23 Şubat 2022 Çarşamba
Kelebeğin Hikayesi
6 Aralık 2020 Pazar
Bazen İntihar Edesim Geliyor
Bazen kendimi öldürmek istiyorum. Kessem diyorum bileklerimi, ya da assam kendimi.
Böyle yazınca çok depresif oldu, öyle değil.
Çok dertliyim, depresyondayım gibi değil de, "amaan yaşadık yeter ya" gibi, bir süre oynayıp tat vermemeye başlayan oyundan çıkmak gibi.
Ölsem de çok bir şey farketmeyecekmiş gibi. E madem öyle, neden yaşam denen hamallığı çekeyim?
Hayatın güzellikleri kötülüklerine denk. Yani yaşamak benim için nötr bir şey oldu sanki.
Ya gerçekten de bir simülasyon veya oyundaysak ve ölünce yeni oyuna geçiyorsak? O zaman keriz gibi 60 70 sene bu oyunu oynamış olmayacak mıyız?
Yani önümdeki tahmini 40 senede yaşayacağım mutlulukların yaşayacağım acılardan fazla olacağının garantisi var mı? Yok.
Gerçi Marcus Aurelius'un dediği gibi: "Her zaman intihar etme seçeneğin var"
Doğru ama eksik, birileri sana bağlandığında, kendi yaşamının üstünde başkalarının da söz sahibi olduğu durumda intihar etmen çok zor olacak.
Yani bazen bana saçma geliyor bunca çaba. 2 yudum mutluluk için ter ve gözyaşı dökmek...
Ne bileyim malca değil mi? Bence salaklık. Oturup "niye yapıyorum lan ben bunu" diye yarım saat düşünen herkesin varacağı sonuç intihar olurdu. Çünkü sen de bilmiyorsun, düzen böyle. Böyle öğretilmiş sana.
50 yıllık hayatının son 20 yılı acı ve sefalet içinde geçmiş bir insanın hikayesine dışarıdan baktığında dersin ki: "keşke 30unda intihar etseydi" peki sen şu an o 30unda olmadığını nereden bilebilirsin ki?
İyimser bir bakış açısıyla ileride yaşayacağın mutlulukları, elde edeceğin kazançları düşünebilirsin. Ama bilim öyle demiyor. Çünkü yaşadığın her mutluluğa alışma eğilimindesin. O en sevdiğin yemek, hiçbir zaman ilk yediğin günkü gibi olmuyor. Olamaz. Duyguların köreliyor zamanla. Ancak acı ve keder körelmiyor, aksine üst üste biniyor.
O yüzden körelen bir duygunun peşinde koşarken körelmeyen bir duyguya katlanmaya çalışmaya matematiksel olarak baktığında tamamen enayilik.
Çoğu insan bir amacın peşinden koşuyor, ömrünü ona adıyor. Sopa ucuna takılmış havucun peşinde giden eşşek gibi. Ama şimdiye kadar 110 milyar insan doğup ölmüş. Bu amacını kovalayanlar arasında Dünya'ya etkisi olan kaç kişi olmuştur? Taş çatlasın yüz bin. Yani; senin bir amaç peşinden koşup, "yaşadım be, yaşamam bir işe yaradı" deme ihtimalin milyonda bir.
Ayrıca o amaca ulaşınca alacağın hazın daha fazlasını da 1 gr eroin çok rahat verebilirdi.
Benim de amaçlarım da bir sürü. Elbette istiyorum. Maslov'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki kendini gerçekleştirme aşamasını tamamlamak istiyorum. Ama üşeniyorum bir yandan. Çok da önemi yok diyorum bazen.
Kapitalizm sağolsun, daha çok tüketmemiz için bizi sürekli besliyor. İdealarla hayallerle...
"Yaşamak güzel bak, Amerikan Rüyası bak işte. Sen de bu gördüğün adamlar gibi olabilirsin. Sadece çok çalışman lazım. Ha bu arada, ürünlerimizi almayı ve bizi takip etmeyi unutma!"
Artık sosyal medya sağolsun en kıytırık insan bile bir takım sahteliklerle bu çark'ın bir dişlisi olabiliyor.
"İnstagramda influencer olabilirsiniz siz de , bakın ben nasıl güzel bir hayat yaşıyorum ama?"
İşte bu dişlilerin arasında ezilen insanların yine tek çaresi o hayale tutunmak oluyor. Yani şöyle uzaktan bir bakıldığında daracık kafeslere tıkılmış, sürekli sağılan ineklerden pek bir farkımız yok.
Bu sistem, insanı bireyselleştirmeye, birey olma bilincini yerleştirmeye çalışıyor. Neden? yalnız kal diye. Topluluk oluşturup başımıza bela olma diye.
Hatta seni topluma düşman ediyor. Birbirini ez diyor, yanındakine omuz atmalısın birinci olmak istiyorsan diyor, en tepeye çık diyor, herkesi ez diyor.
Böylece o "birey"in sırtını dayayacağı hiçbir şey kalmıyor.
Seni; sen farketmeden yavaş yavaş, o sağacağı ahıra sokuyor.
Sana önce peşinde koşacağın bir hayal veriyor, sonra peşinde koşman için gerekli malzemeleri satıyor. Ne güzel düzen anasını satayım.
Sonuç olarak, ben bu düzene karşı durabilir miyim? Duramam. Bu deforme hayatın bana göre dizayn edilmediği de belli.
Ee niye intihar etmiyorum? Desmond gibi "see you in another life bro" deyip çekip gitmiyorum?
Çünkü bu beyninin tek amacı seni hayatta tutmak. Bir yolunu bulup seni engeller. Yok öyle çekip gitmek.
Neyse, öyle "hayat çok kötü hüü, bütün insanlar pis, bu düzen beni mahvetti" demek için yazmadım. Matematiksel olarak intihar etmenin çok da saçma olduğunu anlatmak istedim.
Niye istediysem? Arada isterim işte böyle. Gelirler arada bana. Size de gelsin olm. Ne o polyanna gibi.
13 Kasım 2020 Cuma
Dün Gece Kendimi Normal Bir İnsan Gibi Hissettim
Dün gece yatağa yattım. Çabuk uyurum. Nadir durumlar haricinde uykuyla aram çok iyidir. Gözlerimi kapattım ve içimde bir boşluk hissettim. Ne yapacağını bilmeyen bir insanın boşluğu gibi depresif bir boşluk değil. Daha çok masanı veya dolabını toparladığında hissettiğin bir boşluk. Bir ferahlık.
"Aa" dedim "noluyor? İyiyim lan ben. Normalim." "Ben anormal bir insanım marjinalim değişiğim ben üstünüm hepinizden" manasında değil. İyileşen bir hastanın ağrıyan yerine bakıp artık ağrımadığını hissetmesi gibi bir normallik.
Aylar önce kulağım çınlamasıyla uyanıp kafamdaki sesleri çınlamanın bastırmasıyla oluşan "hele şükür" duygusuna yakın bir duyguydu. O kadar güzel değildi ama yine de huzur vericiydi.
Bu normalliğin uzun sürmesini istedim, kulak çınlamasında olduğu gibi panik yapıp geçirmeye çalışmadım. Akışına bıraktım bir "ohh" çektim. "Vay be" dedim "diğer insanlar demek ki böyle hissediyorlar, ne güzel..."
Ama geçti. O lanet olası benliğim geri geldi. Nereye gittiyse o kısa süre içinde?
Şimdi diyeceksiniz ki neden bahsediyorsun ne normali? Anlatayım:
Uzun süre boyunca sosyal fobi hayatımı ele geçirmişti ve ben bunun bir rahatsızlık olduğunu bilmeden kendimi sürekli ezik hissediyordum. Bu ezikliği "bütün insanlar geri zekalı ben onlardan üstünüm" düşüncesiyle yoğurduğum bir benlik inşa ederek çözmeye çalıştım. Çalıştım diyorum ama aslında "çalışmışım" olmalı çünkü bilinçli yaptığım bir eylem değildi.
Bu kibirli alt benlik öylesine güçlendi ki asıl benliğimi baskılamaya, onun yerine geçmeye başladı. İnsanlara yöneltmesi gereken öfkeyi ve tiksintiyi bana yöneltir oldu.
Bu lanet olası durum sonucunda içimde sürekli beni aşağılayan eleştiren, yetersiz bulan, doymayan bir insan daha taşır oldum. "İnsan kendisiyle barışmalı, kendini sev" cümlesindeki "kendi" denilen şey bana düşman oldu. Bana düşman birisiyle nasıl barışabilirim? Ben onun kölesiyim zaten onun benimle barışması veya beni terketmesi gerekiyor artık.
Gollum gibi "leave now and never come back" benzeri bir epizod geçirmeliyim ki atabileyim. Ne yaparsam yaptım yetmiyor, doymuyor. Bir yandan da, bir itici güç olarak kendimi geliştirmeye yarıyor diyebilirim ama kendini geliştirmenin hazzını alamadıktan sonra ne anlamı var ki bunun?
İşte o normallik anında ben uzun zaman sonra ilk defa huzurlu hissettim.
Lütfen; leave now and never come back.
15 Aralık 2019 Pazar
Hissizlik
3 Aralık 2018 Pazartesi
Poşet
En iyisi olduğun kişiyi kabullenmek. Kabullenemiyorum.
Napıyoruz lan biz? Napıyoruz amına koyim? Onu anlamıyorum. Ne için bu yaşamak? Bu huzursuzluk neden? Huzursuz olmak için hiçbir sebebim yokken hem de.
Geçmiş mi? Bırak ulan yakamı. Gerizekalının tekiydim işte. Kabul ediyorum. Artık rahat bırak beni.
Hayır geçmiş de değil. Gelecek mi? Ne bileyim? Huzur bulacağımı düşündüğüm duraklara ulaştım. Ama yok. Niye yok diye diye azıcık mutluluğu da kararttım.
Belki de huzur bulmamalıyızdır? Cevap budur. Çok merak ediyorum. Lütfen söyleyin: Mutlu musunuz? Bende mi bi sorun var?
Benim teorik olarak mutlu olmam lazım lan. Bu huzursuzluk nerden geliyor? Yaşlanıyor muyum? İçimdeki ateş sönüyor gibi hissediyorum.
Geri kalan yaşamımı o ateşin közüyle devam ettirecek gibi hissediyorum.
Ne bileyim ya. Yazamıyorum da. Ateş mateş kalmadı ki. Bomboş bir insan oldum. İstemediğim şeyleri yapıyorum. İstediğim şeyleri yaptığımda da o kadar da çok istemediğimi farkediyorum.
Belki de hayat normalleşme eğilimindedir. Uzun süredir mutluyumdur. Alışmışım ve farkına bile varmamışımdır. Belki de bir düşüş yaşamam gerek. Bilemiyorum.
Gençlik ateşim söndü. Sebep bu. Yaşlandım. Artık yaptığım her şey alışkanlıktan. Birkaç şey hariç hiçbir şeyden zevk alamıyorum. Eskinden zevk aldıklarımdan da.
Hayallerim zaten gerçekleşemeyecek kadar uçuk şeyler olduğundan tutunacak bir hayal dalım da yok.
Bir poşet gibi yaşıyorum. Ne olacak hiç bilmiyorum.
26 Ağustos 2018 Pazar
Hamam Böceği
30 Temmuz 2017 Pazar
Nerdesiniz
ben 12.31üü
5 Nisan 2017 Çarşamba
Oynatmaya Az Kaldı Kuantum Fizikçim Nerde
3 Mart 2017 Cuma
Sıradan Bir Monolog
Lakin önce bu yazının hiç de vurucu olmayan bir yerlerden çalıntı cümlesini yazıp utanç maskemizi yüzümüze yerleştirelim;
-Dileğim gerçekleştiğinde, işte o zaman anladım acının ne demek olduğunu-
Neyse, neyse bırakalım bunları.
Ne yapıyoruz?" diye heyecanlı bir giriş yapasım var kurduğum cümlenin utancını ört bas edebilmek için, "yine yazıyoruz". "Buraya düşmeyi nasıl becerebildin tekrar?" " Tekrar düşmedim, sadece uzanmak için yeni bir yer aradım. Sıkılmıştım eski yerden azıcık. Sıkıldım dedim ama gerçek sebebini söylemeye gururum el vermedi -azizim-. Kovdular esasında, burası belediyeye ait kaldırın şu masa sandalyeleri denerek ihtar çekilen kafe işletmecisi gibi bile değil de, cansız, tatsız, tutsuz kırık bir sandalye, bir ayağı hafif kısa, üzerine yaslanınca oynayıp duran, yakınlaştığı insanları nefrete sürükleyecek bir masa gibiydim."(ayrıca bu bir monolog olacaktı soru sormaya, aradan fırlayıp mesajlar yazmaya, zaten boktan bir şekilde ilerleyen lakin bu hoşnutsuzlağa alışmış bir şekilde ilerleyen düzene renk vermeye hakkın yok -true love waits'de thom yorke'un dediği gibi- yaşamıyorum, sadece vaktimi öldürüyorum, evet.)
Güzel kokular ve güzel insanlar arasında yürümek. .. Bu mağaza kalabalığı ve canlılık ve çiftler ve insanlar ve vitrinler ve güzel insanlar, insanlar -hasbel kaderim-. Hayatımı ne kadar da piç ettiğimi yüzüme vuruyor. İçim bulanıyor, ayaklarım tutmuyor ve nefes alamıyorum. Çünkü ben -mirim-... ee çünkü sen....
-Üstadım- bunları söylemek kolay değil, göğsümde sıkışan bu acı, parmak uçlarıma kadar etkiyor da yazamıyorum ne kadar düşünsem de.
Çünkü ben...
Çünkü ben -güzellik-, evet, bana biraz gülümseyebilmiş ve iyi tarafını gösterebilmiş bütün güzellikleri hayalet edip takıyorum peşime. Aslı gidiyor mesela, ama ben karanlık bir ormanda hayaletleriyle dolaşmaya devam ediyormuşum gibi. Bu karanlık ormanda filmlerdeki gibi sis yok -tanrıçam-. acı var, ızdırap var. Ciğerleri sökülüyor insanın.(Lütfen artık beni sustur, lütfen)
Yalnız olduklarını farkettikleri halde, bilmiyormuş gibi davranan insanlar var -cancağızım-. "Senin gibi mi ey ah eden". Öncelikle susmalısın bu bir monolog, lütfen. Ben yalnız değilim -canım-, siz varsınız. Hem mış gibi davranmayı beceremem. Çok uğraştım bu hususta ama uğraştıkça daha iğrenç bir insan oluyorum. Oysa insanlar bu büyü ile nasıl güzelleşiyor bir bilseniz. Yüzsüzlük -sevdicek- benim yaptığım yüzsüzlük. Çünkü ben -gökyüzüm-, ben...
Çünkü ben yine...
Çünkü ben sanırım özünde de iyi bir insan değilim. Sabaha yakın, parlayan kırmızı gökyüzünün altında, toplu bir yok oluş planlarken buluyorum kendimi bazen. Ve senin elini tutup ağaçlarla kaplı bir yoldan birbirimize gülümseyerek yürüdüğümüzü hayal ettiğimin hemen ertesine.... Hem de böyle bir hayalin ertesine... Bilirsiniz -bileğininarincetutabilenim-, bilmelisiniz ne kadar utanç verici ve zordur insanın hayallerini anlatması. Yaaa ben yüzsüzce yazıyorum, seneler önce de yazdım ve okuduğuna emin oldum. Yüzsüzce. Saçlarım ağırıyor.
Zaman neden daralabilen bir şey -güneşim- biliyor musunuz? Çünkü iki taraftan da sıkışır. Geçmiş ve gelecek anı yakalamak için yarışır. Bizim bu tatminkarsızlığımızın, yapamadıklarımızdan çok bununla alakası var. Yapamadıklarımızın nedeni de yetiştirememe kaygısıdır belki de. Sahi kaç kere "bu saatten sonra..." diye bir kenara ittim istençlerimi. Bu geç kalmışlığın kötü bir insan olmamla alakası yok. Nasıl kötü biri olduğumu anlatmış mıydım daha önce? Muhtemelen hayır. Kendimi acındırıp, bu mahçupluk ve eziklikten egomu beslemeye çalıştım hep, ne güzel. Biraz bahsedeyim, aşıyoruz bazı şeyleri -birtanesi-, fren tutmuyor.
Hep aynı yerde beklerken onca yolu yürümüş gibi soluk soluğa kalabilmek mesela, üzerimdeki bu yorgunluk bu halsizlik kötülüğün eseri. Mesela hayatımı üzerine koyduğum hayallerin bile gerçekleşme şansı belirdiğinde çok da normalmiş gibi adım atamamam ve zaten olmayacaktı... "Zaten olmayacaktı" Kötülüğe Giriş 101 ders kitabının önsözü içerisinde geçer. Gerçi bunu anlatmasam kimse bilmez, bu devirde kitabın önsüzünü okuyan mı kaldı? Uzay zamanı bile kesebilecek keskinlikteki alınan kararların kısa bir süre içerisinde ve dahi o kararlığın dağılıp gitmesi. Mazeretler... olağanca kırılganlığıyla bu ruhu, bu rahat zonun içerisine mazeretlerle hapsederek hırsı söndürmek. Hırs kötülük değildir, mazeretler kötüdür. Kırmak kırılmak değil, kırılmamaya çalışmak kötülüktür, öyledir elbet. Bilmem daha nasıl anlatayım, bir insan daha fazla kendini ne kadar kötü gösterebilir.
Izdıraplar sonsuz hayat kısa mı dedin? Öyle değil be -sevdiğim- daha çok hayaller uzun, şiirler kısa.
Efendim ne söyleyelim, ne edelim yakışı kalıyor mu? Koca koca adamlar yazı mı yazar? Adamlar dediğin çalışır, eve gelir televizyon karşısında çay içer sonra koltukta uyuklar. Adamlar budur. Bu nedir? Bırakalım, bırakalım. Salıverelim artık, azad edelim. Bu yazı buraya son olsun mesela , aman tanrım ne güzel. Bir daha çata pata seslerle yarmayacağız gecenin derin sessizliğini aman ne güzel. Temelli bırakalım da ipin ucunu, zihnimizi de temizleyelim, bahar kapıda. Sonra bir yerde ismini duyar görürsek "no fuck given on that day" diyelim. O kafalarda ömrümüz çürüsün biraz da canım, evet.
Yalan, yalan. Sadece biraz fazla sarhoşum, ne dediğimi de bilmiyorum. Ayık olsam da ciddiye alma. Oyun gibi izlenip geçilecek vasat bir performanstan öteye geçememek benim için onurdur. Yaşamamaya razı olduğum zamanlardan geçtim. Bu ızdırap en kötü tutunacak daldır,saygılar.
Bu kadar yeter , beyin kıvrımlarımdan önce parmak uçlarım uyuşuyor.
4 Şubat 2017 Cumartesi
Bilmemek
27 Eylül 2016 Salı
Ben Bir Gerzeğim.
Telefonuma baktım. Gelen mesaj aylardır alamadığım maaşımın bu ay da elime geçmeyeceğini müjdeliyordu. "Hay sikiyim" diyip Markete doğru yokuş aşağı yürümeye devam ettim.
Bu yokuş aşağı yürüyüş, elimde poşetler varken yokuş yukarı yürümem demekti.Bu sefer de eski marketimizi kapatanlara küfrettim. On adımda bir küfrediyordum.
Ellerimi göğüs kafesime sokup parçalayasım geliyordu. Anlık bir bunaltıyla değil, bu sahne gün içinde aralıklarla beynime çakıyordu. "Arabayla gelseydim keşke" dedim.
Ancak arabayı park etmeyi henüz öğrenmemiştim. Neyi öğrenmiştim? Son 3 sene içinde pek bişey öğrendiğim söylenemez.
30a 3.5 var. 30. Her şeyin düzene uygun olması için son yaş sanırım.30 yaşında evli ve çocuklu, ailesini pazar günü arabayla alışveriş merkezine götürebilecek kapasitede olmalı insan.
Eksikliklerimi tamamlamak için 3.5 senem var. Çok da kısa değil. Uzun? Hiç değil. Bu zorunluluklar canımı sıkıyor. Dişimi sıktırırken yanlışlıkla 1 senedir çürük dişime dokundu sağlam dişim.
Kısa ama felaket bir acı hissettim. Arada hissediyordum. Korkudan erteliyordum. Erteledikçe kötüleşiyor, kötüleştikçe korkuyordum. Kendi kendine çürüyüp gitmesini umud ediyordum. Ama diğer umutlarım gibi bu da tamamıyla gerzekçeydi.
Ben bir gerzektim. Aptal olmasam da sosyal açıdan gerzeğin bayrak taşıyanıydım. Kanım mı azdı? Yoksa beni sopayla dürtecek bir çobanım mı yoktu? Sürüden kopup gitmiştim.
Sürünün de çok mutlu olduğu söylenemezdi. Hatta ben onlara nazaran daha mutluydum. Ancak sürüden ayrı kalmanın psikolojisi benim mutlu olmama izin vermiyordu. Ah keşke benden oluşan bir sürüm olsaydı.
Ne çobanım ne sürüm vardı.
Mutlu musun diye sordu geçmişimden gelen bir gölge. Durduk yere. Pat diye. Mutluyum demek istemedim. Ama mutsuz değildim ki. Niye mutsuz değildim? Keşke mutsuz olsaydım.
Bir insan neden mutsuz olmak ister? Çünkü gerzektir. Ben de bir gerzeğim. Mutsuzluk kara bir nehir olsa da en azından akıyor. Bense grimsi saçma sapan bir göletin içindeyim.
Yerimden kalkasım yok. Yatmayan kuş kadar maaşımla bu bir kenarı olmayan ofis sandalyemde ölene kadar oturmak istiyorum. İstemiyorum aslında da öyle yapasım geliyor.
Ben de mutlu olmak istiyorum. Mutluluğa mutsuzluğa uzak olduğumdan daha yakınım. Ancak biliyorum ki mutlu olmamı gerektirecek şeyleri yapmak beni mutsuz edecek.
Açık konuşayım. Öncelikle para kazanmam gerek. Gerçek para. Bunun için çalışmam gerekecek. Çalışınca da beni şu an mutlu eden şeyleri kaybedeceğim. Mutluluk yüzlerce anahtarın kombinasyonuyla açılan bir kapı. Ancak asla doğru kombinasyonu tutturamıyorum.
Bir diğeri, aşık olunmak istiyorum. Ama bunun için de kendimden fedakarlık etmem gerekecek.
İşte bu yüzden bu koltuktayım. Ben kendime mutlulukla mutsuzluk arasında güzel bir yer buldum. Mutluluğa bir adım atarsam yerimi kaybedeceğimden korkuyorum.
Hayatımın özeti bu. Risk almadan yaşamaya çalışmanın bedeli bu. Elimde 100 lira var, yatırım yapsam zengin olacağım ama ya olamazsam?
Sorun şu ki bu 100 lira bitmeye başlıyor. Teker teker kaybediyorum elimdekileri. İşte bu yüzden ben burdayım. Bir mucize bekliyorum. Gözlerimi kapatıp hiçbir şey yapmadan mutlu bir hayata uyanmak istiyorum.
3 Eylül 2016 Cumartesi
Söz
27 Ağustos 2016 Cumartesi
Kaos - Bölüm 2
Ra odadan çıkınca herkes televizyonu bırakıp bu ışıktan oluşmuşa benzeyen adamı izlemeye koyuldu. Kızın dedesi kızını görünce koşarak yanına geldi, Ra’nın elini öpmek için hamle yaptı. Sonra sarılıp ağlamaya başladı.
- Zatria de kayni te Mikaeli.
13 Haziran 2016 Pazartesi
Kaos - Bölüm 1
“Ne teklifi sunacaksın, bize söyle kameralar yolda çağırdık.”
“Tamam kameralar gelince söylerim.”
Başkomiser ekiplere uyuşturucu iğneyi hazırlamalarını söyledi. Uyuşturucu iğne hazırlandıktan sonra adamın aşağı düşmesi ihtimaline karşı bir ekibi aşağı gönderip battaniye açtırdı.
“Hazırlıklar tamam başkomiserim.”
“Tamam, vurun.”
Nişancı silahını ateşledi. Genç adamın bacağına nişanlanan uyuşturucu iğne genci vurmadı. Bir kez daha ateşlense de yine isabet etmedi.
“Ateş etmiyor musunuz? Niye isabet etmiyor?”
“Komiserim ediyoruz da bacağı ince, rüzgar da var isabet etmiyor.”
“Ne yapalım? Kafasına mı atalım yani? Vurun şunu düzgünce.”
Tekrar tekrar ateşlenen iğneler isabet etmiyordu.
“Bu iğne göğüs kafesini delebilecek güçte mi Serkan?”
“Hayır komiserim delmez.”
“İyi, göğsüne nişan alın. Sağ tarafına nişan alın, kalbine falan denk gelmesin aman diyim ne olur ne olmaz.”
“Emredersiniz.”
Göğsüne nişan alınan iğne de isabet etmedi.
“Lan oğlum delirteceksiniz beni, silah mı bozuk kocaman hedef var, nasıl vuramıyorsunuz ya?”
“Komiserim…”
“Ne var?”
“…”
“Ne var oğlum? Nee var söylesene!”
“İçinden geçti iğne.”
“Ne demek içinden geçti?”
“İçinden geçti, gitti.”
“Serkan taşşak mı geçiyorsun evladım!”
“Komiserim bakın şu an ateş ediyorum dürbünle bakabilirsiniz içinden geçiyor.”
Ateş edilen iğnenin adamın içinden geçip gitmesine kendi gözleriyle şahit olan başkomiserin dili tutulmuştu.
“N.. Nas..”
Derken yine bir kahkaha duyuldu.
“Hahahahahha Ne oldu komiser? Çağırıyor musun kameraları?”
“T.. Tamam” “Elif, çağır haber bültenlerinden en az izleneni, canlı yayın yapıyor gibi göstersinler yalnız.”
“Anlaşıldı komiserim.”
“Elif”
“Emredin komiserim.”
“Şu içinden geçme olayı… Kimse duymayacak anlaşıldı mı?”
“Emredersiniz komiserim.”
Yarım saatten az bir süre içinde Tek Tv haber bülteni aracı yanaştı anıtın yanına.
“Kızım, canlı yayın yapıyormuşsunuz gibi yayın yapacaksın anlaşıldı mı? Güzel malzeme çıkarsa yayınlarsın." Kafa sallamakla yetindi kadın.
“Sayın seyirciler, şu an Risame’de barış anıtından yayın yapıyoruz. Ülkenin bilinen en eski anıtının tepesine tırmananan bir vatandaş bir teklifi olduğunu söylüyor. Basın mensupları gelmeden bir şey söylememekte diretti, şu an teklifini dinlemek üzereyiz” deyip mikrofonu anıtın tepesindeki adama uzatır gibi yaptı; “Yayındayız.” Dedi.
“Güzel. Evet Sevgili Telerin halkı. Söyleyeceklerime kulak verin. Çünkü bu işin içinde siz de varsınız. Bildiğiniz gibi devletimiz sağolsun ülke son 1 sene içinde Fıratlılarla doldu taştı. Her yerde onlar var. Bize söz hakkı tanınmadan yapılan bu birleşmeden Fıratlılar hariç herkes rahatsız. Gelişmiş ülkemizi gelişmemiş insanlarla doldurarak gerilemeye sebep oldular. Herkesin içinde kök salan nefreti dışarı vurmanın vakti geldi.
Teklifim şu; 15 gün içinde, ülkedeki tüm Fıratlılar öldürülmezse, ülkeyi yok edeceğim. Gücümün çok küçük bir parçasını buradakiler gördü. Komisere sorabilirsiniz. Ancak sizi de ikna edebilmem gerek. O yüzden…”
Barış anıtının tepesinden atlayan genç, sonra iki elini yavaşça yukarı kaldırarak anıtı yerinden söktü. Havada ters dönen anıtı da baş aşağı konumda eski yerine gömdü.
Herkes ağzı açık, dili tutulmuş vaziyette adamı izliyordu. Herkes çevresindekilere bakıp onların da aynı şeyi görüp görmediğinden emin olmak istiyordu. Kendini çimdikleyenler, gerçek olduğuna inanamayanlar...
Ancak gördükleri her şey gerçekti. Genç tekrar konuşmaya başladı.
“Ha, komiserim bu arada, eğer bu görüntüleri akşam haberlerde göremezsem, sana yemin ediyorum ülkede ne kadar karakol varsa yıkarım, ne kadar polis varsa öldürürüm. Bunu yapabileceğime inanman zor olmasa gerek artık.”
Komiserin dili tutulmuş, konuşamıyordu. Tam da bu anda şaşkınlıktan olsa gerek polislerden birisi ateş etti. Ancak yarım saat önce de şahit oldukları gibi mermiler adamın içinden geçip gitti.
“Söylemiştim, ben; ölemem. Aslında beni tanıyorsunuz.”
Herkes hipnotize olmuşçasına adama bakıyor ve pür dikkat dinliyordu.
“Tanımadınız mı? Benim, Azrail.”
25 Mayıs 2016 Çarşamba
Siktirin Gidin
Konuşulmayan şeyler... Üç noktalar var binlerce. Üç binlerce noktalar.
Neyse en azından bir şeyler var diyorsun ama olmasalar mı acaba? Olmasaydılar da çok. Bok belki de bilemedim.
Ne diyorum ben? Neyse en azından diyorum bir şeyler. Ya demeyenler?
Duvar mıyım ben? Duvarım belki de, burda bekle desen burda duvarım ben sen gelene kadar.
Sen diyorum kusura bakmayın, Hayatımın şekil almasında ortak bir amaç içerisinde olduğunuzdan belki de sen diyorum size.
Biz kimiz? Siz malsınız. Narsist piçlersiniz. Belki de ben narsistim. Narsist olsaydım hepinize narsist derdim. Ama hepinizin narsist piçler olduğu gerçeğini değiştirmez bu.
Çiçek olsaydım hepiniz arı olurdunuz. Eşek arıları. Emer emer giderdiniz özümü. Eşek arıları da bal yapar bilmez misin? Eşeklerden öz toplar onlar. Eşek balı yaparlar.
Susun öyle mal gibi. Verecek cevabın yoksa susarsın. Ama ben hep cevap verilecek şeyler sorarım. Demek ki bana verecek cevabınız yok. Bir cevabı bile esirgyorsunuz demek ki. İyi öyle olsun derim hep üstelemem. Ama bazı gerizekalılar üstelenmekten hoşlanırmış, ne bileyim? Kahin değilim.
Siktirin gidin şimdi. Kızmadım, gidin siktirin kendinizi bir yerlerde. Rahatlarsınız belki.
N'aptım, anlamadım ki size. Hiçbir şey yapmamak için hiç bir şey yapmadım oysaki.
Kafanıza vuruyum pat pat. Bunu severmişsiniz öyle duydum.
Hiçbir şey yapamadığınız adamların hırsını hiçbir şey yapmayan adamlardan çıkarmanız da tam size göre. Anlıyoruz ama biz merak etmeyin güzel kızlar.
Evet kızlar. Bu laflarım sizeydi. Belki de kadınlar açıp bakmadım ne bileyim? Kafanızı lan kafanızı. Aklınız hep piçliğe çalışıyor. Başka bir boka çalışmıyor.
Genelleme yaptım evet, genellemeler genellemek için yapılır. Onu yapma bunu yapma, oldu. Ben durayım burda, vurun kafanıza göre. Öyle bir Dünya yok maalesef. Olsa göbek atardınız. Yağlı göbekliler sizi. Bak gene genelledim. Çünkü genel kanı bu.
Okumayın bunu, millet ne yapmış acaba diye düşünürken uykuya dalın, osura osura uyuyun.
Ben ne yaptım demeyin sakın.
Erkekler, sizin de amınıza koyayım. Amsalak pezevenkler. Sinirliyim evet. Gelin dövüşelim. Belki çükünüzden başka yerlerinize de kan gider dövüşürken, tercihim burnunuza.
Siktirin gidin lan hepiniz. Gidin, siktirin hayatınızı birilerine. Ben burda duvarım.
2 Kasım 2015 Pazartesi
Kasvet
Soğuk. Soğuktan korunmak için sarıldığımız sobalarda yanan kömür kokusu evlerin gri bacalarından dışarı akıyor.Yerler çamur. Sanki dünyanın rengi kahverengiyle karışık gri.
27 Eylül 2015 Pazar
12 Eylül 2015 Cumartesi
12 Nisan 2015 Pazar
Yağmur
Gökyüzüne bakıyorum boynumu kırarcasına. Belki bir yağmur damlası yüzüme düşer de parçalanır diye. Bir ömür boyunca bekliyorum, ölmek üzereyken yağmur damlası düşüyor; yüzüm parçalanıyor. Akan kanın soğukluğu mu yoksa düşen yağmur damlasının sıcaklığı mı bu çözemiyorum. Ardından binlerce yağmur damlası düşüyor, hiçbiri bana değmiyor. Sanki gök; "seni parçalamaya bir tane yeter" dermiş gibi.
Yağmur herkesi parçalıyor, gözler ve dudaklar haricinde bir şey bırakmıyor. Bedenimden geriye kalanlara acır gözler ve fısıldayan dudaklarla bakıyorlar.
"Peh. Önce kendinize bakın siz" diyorum. Ama içimden, veya içimden geriye ne kaldıysa ondan.
Gözler yaklaştıkça çamurlaşıyorum, dudaklar açılıp kapandıkça kuruyup rüzgarla savruluyorum.
Tozum küllere karışıp savruluyor. Bulutlara doğru yola çıkıyor. Bir başkasının yüzünü parçalamak için düşüşe geçen bi yağmur damlası oluyor.
15 Mart 2015 Pazar
Matrix'e Girsem Bir Daha Çıkamasam
3 Mart 2015 Salı
Tembel
Yazılar yazılarak mı çoğalır okunarak mı? Sanırım hiç bir zaman bilemeyeceğim bunu. Çünkü ne yazarım diyebilecek kadar yazıyorum, ne de okuyorum. Peki, ben ne yapıyorum; ya da ne yapmıyorum? Ne yapmadığımı bilsem yapacak bir şeyler bulabilirim.
13 Aralık 2014 Cumartesi
Yabancı
Kahvenin kapısını açıp içeri girdim, arkadaşım da peşimden geldi. Kapı oldukça ağır olduğundan onun için de tutup geçmesini bekledim. Bu nezaket gösterisi fark edilmeyip teşekkürle karşılık bulamadıktan sonra ikimiz de içerideydik artık. Kurtulduğumu sandığım ufak çaplı dünyamdan daha büyük değildi burası. Yere bakarak yürüdüğüm için önce döşemeleri gördüm, ahşap döşemeleri hoşuma gitti. Zaten başka nesi hoşuma gidecekti ki? Karşılaştırma fırsatı bulabileceğim bunun gibi başka pek çok yere gitmişliğim yoktu. Açıkçası sosyal hayata yabancı olduğum için kendimi rahatsız hissediyordum. Acaba bir kelebek olsam kozamdan çıkabilir miydim?
Ha bir de şu açgözlülük... Bir insanın sırlarını dökmesini aç gözlerle beklediniz. O kişinin sırlarını öğrendikten sonra hiçbir önemi kalmadı. Kendi arkadaşlarınızı dul bıraktınız. Belki de hiçbir sırrımı dökmememdir sizin içinizi kemiren, beni ise değerli kılan. Ağızdan çıkan sözcükleri delik deşik ettiğiniz kanlı bıçaklarınızı bakir kalanlar için bilediniz. Konuşmaya, içimdekileri anlatmaya çalıştım zaman zaman ama bitmek bilmez açlığınızı doyurmadığı sürece ne önemi vardı ki anlatılanların. Hani artık duymaktan sıkıldığım şu "Niye hiç konuşmuyorsun? Neden hep ayrı duruyorsun?" sorularının cevabını biliyor musun şimdi? Ha bu arada bu soruları sormanın tek sebebinin canının sessizlikten sıkılması olduğunu da söylemek zorundayım. Sen bir yandan önündeki pastayı bitirirken fonda bir insan sesi arıyorsun, bir eğlencelik, bir sesli roman arıyorsun, seni eğlendirecek herhangi bir şey. Çünkü eğer gerçekten nasıl olduğumu merak edecek kadar değer verseydin şu amına kodumun telefonunu bir kenara bırakırdın. Belli ki gerçekten değer verip merak ettiklerin o telefonla iletişime geçtiklerin. Yine de nedense sen onların yerine karşına beni aldın. Ama bildiğim en acı gerçek şu an karşında o iletişime geçtiğin kişilerden biri de olsaydı yine başkalarıyla iletişim kurmaya çalışacaktın. Evde kaldığında sokağı özleyecek sokağa çıktığında orada da durmayacaktın. Hep uzakta kalanı düşlemek, uzaktakinin yanına varınca başka bir uzaktakinin yanına varmaya can atmak nasıl bir doyumsuzluk hastalığıdır? Belki bu birilerinin veya bir şeylerin özlemini çekmekten öte senin etrafında şekillendirdiğin dünya dışında kalan, bir yandan mesajlaştığın bir yandan derdini dinler gibi yapacağın kişileri bir enstrüman olarak farz etmenden kaynaklanıyordur. Sıkıldım diyorum ya, senin gibi benmerkezci, samimiyetsiz, burnundan kıl aldırmayan insanlardan çok sıkıldım. Size uyup kendimi beğendirmeye çalışmaktan sıkıldım. Aynı şeyi sizin yapmanızdan da sıkıldım. Kendinize hediye paketi muamelesi yapmaktan vazgeçin artık. Yaptığım şeyin nasıl bir şey olduğunu düşüneceğim yerde sizin onun hakkında ne düşüneceğinizi düşünmekten. “Acaba bu nazikçe miydi?”, “Acaba alındı mı?”... Bu çaydan, bu sigaradan, ahşap masalardan,... Bu boktan dünyada ne kadar madde varsa sıkıldım. Maddeden kastettiğim şeye sadece cansız varlıklar girmiyor arkadaşım, umarım anlamışsındır.
Sıkıldım artık. Bana sürekli gelen bir soruyu sorarak intikam fırsatı yakaladığıma seviniyorum: "Peki sen hiç sıkılmıyor musun?" Ben çok sıkıldım. İşin kötüsü yaşamaya çalışmayı sizin yolunuzdan yaptığım için onu da beceremiyorum. Maalesef var olmak için, kendinize göre şekillendirdiğiniz düzende çabalamaktan başka bir çarem yok. Bu dünyada aynı özden yaratıldığım, gördüğümde kucak kucak sarılacağım ne varsa bu düzende ona yer vermemişsiniz. Varolmayan bir kadını özlüyorum. Yeri geldiğinde susmak isterim saklamak için en güzel sözcükleri münasip zamana. İçimdeki karanlık, ancak o karanlıkta ortaya çıkan yıldızlarımı göstermek için. Uğruna öleceğim bir sevdadır, düşlediğim bir başka dünya görmek...
Bir çığlığı daha içeride tutmaktan dolayı içim sıkkındı. Sigaramı söndürüp bir sigara daha yaktım. Gözlerimi tekrar pencereye diktiğimde derin bir nefes verdim. Sanki ruhumdan bir parça daha eksilmiş gibiydi.