23 Şubat 2022 Çarşamba

Kelebeğin Hikayesi

 


            Brokolilerin arasından düştü. Rengi en az brokolilerinki kadar yeşil olduğundan dolayı bıçakla onu da kesmediğim için şanslıydı. Sanki yukarıdan bir el onun hayatını bağışladığı gibi, beni de iştahsızlık ve vicdan azabından kurtarmıştı. Bu kıpır kıpır, zararsız ve ufak canlının birkaç fotoğrafını çekmek istedim. Ancak birkaç denemeden sonra ışık şartları el vermediği için ertesi sabahı beklemeye karar verdim.

            Misafirimi iyi ağırlamak için boşta duran bir hardal kavanozunu yıkayıp pamukla doldurdum, içine de önceki evinden (brokoli) bir yaprak kopardım. Ama sunulan yemeği yemeye ve misafirhanesinde kalmaya pek istekli olmadığını görünce hakarete uğramış gibi hissettim. Bu çirkin böcek kim oluyordu da beni beğenmiyordu? Asıl meselenin beğeni değil bir çeşit yaşam mücadelesi olduğunu, o canhıraş şekilde kaçışları gözüme çarpınca anladım: Bu tırtılın koza örme zamanı gelmişti ve kendine uygun bir ortam arıyordu. İsteğine saygı duysam da bu soğukta onu dışarı bırakamazdım. Kavanozun içine su sıkarak nemlendirip sıcak bir yere koydum. Gece yarısı ezecek olmam ihtimalinden korktuğum için kapağı da kapattım ve ölmemesini umarak uykuya daldım.



            Sabah ilk iş kavanozun kapağını açtığımda, kapağa yapışmış şekilde hareketsiz durduğunu gördüm. Ölmüştü. Son anlarında hapsedildiği yerden kurtulmaya çalışması gözümde canlanınca, büyük bir suçluluk ve üzüntü hissettim. Bir sigara yakıp bir süre kavanoza yapışmış halde duran masum ölüyü seyrettim. Atsam atamazdım, daha sonra kullanmak üzere tam da ona rastladığım gün boşalttığım kavanozun kapağına yapışık şekilde duruyordu. Sahi ne diye kendini yapıştırmıştı oraya? Ölü bir beden yaprak gibi düşmez miydi sarsılınca? Bu fikirler beynimde çakınca kapağı alıp yakından baktım. Kendini beyaz, incecik, ip gibi bir maddeyle bağlamıştı. Tam o anda bedeninin üst bölümünü oynattı. Büyük bir rahatlamayla gülümsedim. Üstümden kalkan yükün verdiği hafifliğe sığınıp daha fazla riske girmemek adına gece olana kadar kavanozunu havalandırdım.




            Ertesi sabah karşılaştığım manzaranın verdiği şok önceki günkünden bile fazlaydı. Pupa evresine girmiş, kozasını örmüştü bile. Her gün "Acaba bu herifi başka nasıl şaşırtsam?" diye mi düşünüyordu? Yoo, kendince yaşıyordu işte o da. Her can, dünyaya kendi gözlerinden bakıyor, sadece kendi hayatını sürüyordu. Ancak doğal yaşamın işleyişinde bile kendine pay çıkarmayı becerebilecek kadar benmerkezciliğe sahip tek canlı, insandı. Hiçbir şey yapmadan, sadece durarak beni daldırdığı düşüncelerle, bana tevazuyu döve döve öğreten bu canlıya karşı büyük saygı duymaya başlamış, eşitim saymıştım. Her ne kadar ikimizin canının kıymetini denk görsem de, kozasını örerek dışarıya karşı artık tamamen savunmasız kalan tırtıl, sorumluluğunu zoraki olarak bana bırakmıştı.

            Koza metaforu, içine kapanık insanların ketum tutumlarını betimlemekte çokça kullanıldığı için, kozasını gördüğümde duygulanacağımı düşünmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, hiç öyle bir his oluşmadı. Çünkü ikimizin kozası arasında kocaman bir ayrım olduğunu fark ettim. İkimizin de koza örmeye ihtiyacı vardı. Ancak o bunu yaşamak için yapıyordu, bense delirmemek için. Bu evre onun hayatındaki sürekliliğin bir parçası, bir tür ilerlemeydi; benimki ise daha çok muhafazakar, kendini korumacı bir tutumdu, yani gerilemeydi.

            Devamlı olarak her gün, kavanozunu havalandırdığım ve nemli tutmaya çalıştığım, çok uzun süren pupa evresi süresince beni efkardan çok meraka sevk etmeye başladı: "Acaba kozasından ne zaman çıkacak?", "Ölmüş olmasın?", "Acaba bir şekilde müdahale mi etmem gerekiyor?"... Derken bir gün kozası kapkara kesildi.

            Sonunda en kötü senaryonun başıma geldiğinden mi yoksa bu ufak canlının doğasında hala beni şaşırtacak numaraları olduğundan mı emin olamadığım bu görüntüden sonra hem tereddüt hem tevekkülle uyudum.

            Uyandığımda kavanozun kapağında ters şekilde asılı duran şeyi fark ettikten sonra tamamen görmek için nazikçe kapağı kaldırdım.


            Karşımdaki manzara buydu... Önceki hayatına dair hiçbir şey hatırlamıyormuş gibi duran tırtıl/kelebek ilk defa görmüşçesine bakıyordu bana.



            Hayatta en azından bu işi elime yüzüme bulaştırmamamın verdiği sevinçle karışık bir hüzün de kapladı içimi. Çünkü o gün, onun hayatından biraz daha zaman çalamayacağım gündü. Bavulu kanatlarında gitmeye hazır gibi duruyordu. Bense onu gara uğurlamaya gitmiş gibiydim. İşte aynen öyle bir ayrılık hüznüydü içime yerleşen. Filmlerde veda edilen yolcular, hep son anda gitmekten vazgeçip koşup sarılırlar kendisini uğurlamaya gelene. İnsan hayatta da böyle olsun ister. Giden bir şekilde mantığını yitirip vazgeçsin, dönsün. Dönüp de yapacağı hiçbir şey olmasa bile dönsün. İnsan içten içe gitmesin ister. Ama yolcular gerçek hayatta hep giderler. "Gitmek zorunda mı?" diye düşündüm ben de. İncecik bacağını hasretle cama yaslaması son nokta oldu. Gitmek zorundaydı.



            Pencereyi açtım. Başta birazcık afalladı. Temiz havayı kanatlarında hissedince bir anda atıldı. Ama böceklerin pencerelerle derdi vardır. Ömrünün geri kalan kısacık kısmını harcamak için uğruna dönüşüm geçirdiği hayatla önünde bir cam duruyordu. Ne kadar çabalasa da camın varlığını anlayamadı. Soluklanmak için indi. Hala dışarıya bakıyor olması beni biraz yaraladı. Tevazuyla ilgili verilecek bir ders de kalmamıştı. Bu böceği kendimden kaçırtacak ne yapmıştım? Beni hiç sevmediği hissine kapıldım. Gitsin istedim. Gitmek zorunda olduğu için kızgındım da.

            Konmayacağını bilerek parmağımı uzattım. Biliyordum çünkü bu hareketi yaptığım böceklerin çoğu, bunu bir tehdit olarak algılayıp kaçarlar, en azından tereddüt ederlerdi. O ise bir anda, kararlı hamleyle, tereddütsüzce atladı parmağıma. Sevindim. "Demek ki gidenlerin de içinden gelmezmiş pek." diye düşündüm. Vedalaşmanın amacı, gittiğini haber vermek değil, gitmek istemediğini söylemektir. Parmağıma konduktan sonra kısacık bir an için dönüp yüzüme baktı. Pencereye doğru götürdüm. Bakışmamız, yemyeşil kanatlarını rüzgarı okşarcasına çırparak uzaklaşmasıyla son buldu.



            Bir yolcunun daha arkasından bakakalmıştım. Gidenlerin yavaşça uzaklaşmasını izlemeye alışmıştım da artık. Çok da üzülmedim. Hem arkasında arkadaşlığımızın anısı olarak boş kalan kozasını da bırakmıştı. Nihayetinde benimle olan serüveninin bittiği yerde kendininkinin başlayacağını bilmek beni teselli ediyordu.



...


6 Aralık 2020 Pazar

Bazen İntihar Edesim Geliyor

 Bazen kendimi öldürmek istiyorum. Kessem diyorum bileklerimi, ya da assam kendimi.

 Böyle yazınca çok depresif oldu, öyle değil.

Çok dertliyim, depresyondayım gibi değil de, "amaan yaşadık yeter ya" gibi, bir süre oynayıp tat vermemeye başlayan oyundan çıkmak gibi.

Ölsem de çok bir şey farketmeyecekmiş gibi. E madem öyle, neden yaşam denen hamallığı çekeyim?

Hayatın güzellikleri kötülüklerine denk. Yani yaşamak benim için nötr bir şey oldu sanki.

Ya gerçekten de bir simülasyon veya oyundaysak ve ölünce yeni oyuna geçiyorsak? O zaman keriz gibi 60 70 sene bu oyunu oynamış olmayacak mıyız?

Yani önümdeki tahmini 40 senede yaşayacağım mutlulukların yaşayacağım acılardan fazla olacağının garantisi var mı? Yok.

Gerçi Marcus Aurelius'un dediği gibi: "Her zaman intihar etme seçeneğin var"

Doğru ama eksik, birileri sana bağlandığında, kendi yaşamının üstünde başkalarının da söz sahibi olduğu durumda intihar etmen çok zor olacak. 

Yani bazen bana saçma geliyor bunca çaba. 2 yudum mutluluk için ter ve gözyaşı dökmek...

Ne bileyim malca değil mi? Bence salaklık. Oturup "niye yapıyorum lan ben bunu" diye yarım saat düşünen herkesin varacağı sonuç intihar olurdu. Çünkü sen de bilmiyorsun, düzen böyle. Böyle öğretilmiş sana. 

50 yıllık hayatının son 20 yılı acı ve sefalet içinde geçmiş bir insanın hikayesine dışarıdan baktığında dersin ki: "keşke 30unda intihar etseydi" peki sen şu an o 30unda olmadığını nereden bilebilirsin ki?

İyimser bir bakış açısıyla ileride yaşayacağın mutlulukları, elde edeceğin kazançları düşünebilirsin. Ama bilim öyle demiyor. Çünkü yaşadığın her mutluluğa alışma eğilimindesin. O en sevdiğin yemek, hiçbir zaman ilk yediğin günkü gibi olmuyor. Olamaz. Duyguların köreliyor zamanla. Ancak acı  ve keder körelmiyor, aksine üst üste biniyor.

O yüzden körelen bir duygunun peşinde koşarken körelmeyen bir duyguya katlanmaya çalışmaya matematiksel olarak baktığında tamamen enayilik.

Çoğu insan bir amacın peşinden koşuyor, ömrünü ona adıyor. Sopa ucuna takılmış havucun peşinde giden eşşek gibi. Ama şimdiye kadar 110 milyar insan doğup ölmüş. Bu amacını kovalayanlar arasında Dünya'ya etkisi olan kaç kişi olmuştur? Taş çatlasın yüz bin. Yani; senin bir amaç peşinden koşup, "yaşadım be, yaşamam bir işe yaradı" deme ihtimalin milyonda bir.

Ayrıca o amaca ulaşınca alacağın hazın daha fazlasını da 1 gr eroin çok rahat verebilirdi.

Benim de amaçlarım da bir sürü. Elbette istiyorum. Maslov'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki kendini gerçekleştirme aşamasını tamamlamak istiyorum. Ama üşeniyorum bir yandan. Çok da önemi yok diyorum bazen.

Kapitalizm sağolsun, daha çok tüketmemiz için bizi sürekli besliyor. İdealarla hayallerle...

"Yaşamak güzel bak, Amerikan Rüyası bak işte. Sen de bu gördüğün adamlar gibi olabilirsin. Sadece çok çalışman lazım. Ha bu arada, ürünlerimizi almayı ve bizi takip etmeyi unutma!"

Artık sosyal medya sağolsun en kıytırık insan bile bir takım sahteliklerle bu çark'ın bir dişlisi olabiliyor.

"İnstagramda influencer olabilirsiniz siz de , bakın ben nasıl güzel bir hayat yaşıyorum ama?"

İşte bu dişlilerin arasında ezilen insanların yine tek çaresi o hayale tutunmak oluyor. Yani şöyle uzaktan bir bakıldığında daracık kafeslere tıkılmış, sürekli sağılan ineklerden pek bir farkımız yok.

Bu sistem, insanı bireyselleştirmeye, birey olma bilincini yerleştirmeye çalışıyor. Neden? yalnız kal diye. Topluluk oluşturup başımıza bela olma diye. 

Hatta seni topluma düşman ediyor. Birbirini ez diyor, yanındakine omuz atmalısın birinci olmak istiyorsan diyor, en tepeye çık diyor, herkesi ez diyor.

Böylece o "birey"in sırtını dayayacağı hiçbir şey kalmıyor. 

Seni; sen farketmeden yavaş yavaş, o sağacağı ahıra sokuyor.

Sana önce peşinde koşacağın bir hayal veriyor, sonra peşinde koşman için gerekli malzemeleri satıyor. Ne güzel düzen anasını satayım.

Sonuç olarak, ben bu düzene karşı durabilir miyim? Duramam. Bu deforme hayatın bana göre dizayn edilmediği de belli.

Ee niye intihar etmiyorum? Desmond gibi "see you in another life bro" deyip çekip gitmiyorum?

Çünkü bu beyninin tek amacı seni hayatta tutmak. Bir yolunu bulup seni engeller. Yok öyle çekip gitmek.

Neyse, öyle "hayat çok kötü hüü, bütün insanlar pis, bu düzen beni mahvetti" demek için yazmadım. Matematiksel olarak intihar etmenin çok da saçma olduğunu anlatmak istedim.

Niye istediysem? Arada isterim işte böyle. Gelirler arada bana. Size de gelsin olm. Ne o polyanna gibi.












13 Kasım 2020 Cuma

Dün Gece Kendimi Normal Bir İnsan Gibi Hissettim


    Dün gece yatağa yattım. Çabuk uyurum. Nadir durumlar haricinde uykuyla aram çok iyidir. Gözlerimi kapattım ve içimde bir boşluk hissettim. Ne yapacağını bilmeyen bir insanın boşluğu gibi depresif bir boşluk değil. Daha çok masanı veya dolabını toparladığında hissettiğin bir boşluk. Bir ferahlık.

    "Aa" dedim "noluyor? İyiyim lan ben. Normalim." "Ben anormal bir insanım marjinalim değişiğim ben üstünüm hepinizden" manasında değil. İyileşen bir hastanın ağrıyan yerine bakıp artık ağrımadığını hissetmesi gibi bir normallik.

    Aylar önce kulağım çınlamasıyla uyanıp kafamdaki sesleri çınlamanın bastırmasıyla oluşan "hele şükür" duygusuna yakın bir duyguydu. O kadar güzel değildi ama yine de huzur vericiydi.

    Bu normalliğin uzun sürmesini istedim, kulak çınlamasında olduğu gibi panik yapıp geçirmeye çalışmadım. Akışına bıraktım bir "ohh" çektim. "Vay be" dedim "diğer insanlar demek ki böyle hissediyorlar, ne güzel..."

    Ama geçti. O lanet olası benliğim geri geldi. Nereye gittiyse o kısa süre içinde?

    Şimdi diyeceksiniz ki neden bahsediyorsun ne normali? Anlatayım:

    Uzun süre boyunca sosyal fobi hayatımı ele geçirmişti ve ben bunun bir rahatsızlık olduğunu bilmeden kendimi sürekli ezik hissediyordum. Bu ezikliği "bütün insanlar geri zekalı ben onlardan üstünüm" düşüncesiyle yoğurduğum bir benlik inşa ederek çözmeye çalıştım. Çalıştım diyorum ama aslında "çalışmışım" olmalı çünkü bilinçli yaptığım bir eylem değildi.

    Bu kibirli alt benlik öylesine güçlendi ki asıl benliğimi baskılamaya, onun yerine geçmeye başladı. İnsanlara yöneltmesi gereken öfkeyi ve tiksintiyi bana yöneltir oldu.

    Bu lanet olası durum sonucunda içimde sürekli beni aşağılayan eleştiren, yetersiz bulan, doymayan bir insan daha taşır oldum. "İnsan kendisiyle barışmalı, kendini sev" cümlesindeki "kendi" denilen şey bana düşman oldu. Bana düşman birisiyle nasıl barışabilirim? Ben onun kölesiyim zaten onun benimle barışması veya beni terketmesi gerekiyor artık.

    Gollum gibi "leave now and never come back" benzeri bir epizod geçirmeliyim ki atabileyim. Ne yaparsam yaptım yetmiyor, doymuyor. Bir yandan da, bir itici güç olarak kendimi geliştirmeye yarıyor diyebilirim ama kendini geliştirmenin hazzını alamadıktan sonra ne anlamı var ki bunun?

   İşte o normallik anında ben uzun zaman sonra ilk defa huzurlu hissettim.

    Lütfen; leave now and never come back.

15 Aralık 2019 Pazar

Hissizlik


Bundan tam 1 yıl önce yazmışım son yazımı. Onda içimdeki ateşin söndüğünü söylemişim. Doğru. Artık yaşlandım mı, ruhsuzlaştım mı bilmiyorum ama mutluluğu da mutsuzluğu da 2 satır yazı yazacak kadar yoğun hissetmiyorum.

Zaten ben sadece duyguyla yazabiliyorum öyle teknik de değil, belki yazarsam içimdeki her neyse dışarı çıkar diye umduğumdan.

Çıkmıyor. Ne saplanıp kaldıysa çıkartamıyorum. Kıymık gibi. Çıkartmaya çalıştıkça daha çok yırtıyorum tenimi.

Ağlamak istiyorum. Öyle mutsuzluktan falan da değil. Ağlayacak kadar yoğun yaşamak istiyorum bir duyguyu. Ama artık yoruldum mu, alıştım mı her ne olduysa bulamıyorum o "yaşıyorum işte be" dedirten şeyi. Yaşıyor muyum onu da sorgulamaya başladım. Yaşamak bu mu?

Artık mutsuzluklarım da içime saplanan bir sıkıntıya dönüştü. Mutsuz olduğumun farkındayım ama hissedemiyorum. Sadece berbat bir iç karaltısı. Sadece geçmesini beklediğim bir bulantı.

Ne bu? İçimi kemirip duran, beni robotlaştıran o engel ne? Korku, mutluluk, mutsuzluk...
Hepsi beni terketti. İşin kötü tarafı da artık herhangi bir şey hissedeceğime olan inancım da gitti.

Kabulleniyorum yavaştan. Yaşlanıyorum ve yavaşça ölüyorum.

3 Aralık 2018 Pazartesi

Poşet

     Ne kadar değiştiğimi görmek için baktığım fotograflarda ne kadar değişmediğimi görüyorum. Her şey aynı. İşin üzücü kısmı da 10 senede değişmemiş olmam değil, 20 sene sonra da değişmeyecek olmam. Bir travma yaşamadığım müddetçe değişmeyeceğimden eminim. Zihinsel bir süreçle de kendimi değiştiremeyeceğime göre...
    En iyisi olduğun kişiyi kabullenmek. Kabullenemiyorum.

     Napıyoruz lan biz? Napıyoruz amına koyim? Onu anlamıyorum. Ne için bu yaşamak? Bu huzursuzluk neden? Huzursuz olmak için hiçbir sebebim yokken hem de.
    Geçmiş mi? Bırak ulan yakamı. Gerizekalının tekiydim işte. Kabul ediyorum. Artık rahat bırak beni.
    Hayır geçmiş de değil. Gelecek mi? Ne bileyim? Huzur bulacağımı düşündüğüm duraklara ulaştım. Ama yok. Niye yok diye diye azıcık mutluluğu da kararttım.
    Belki de huzur bulmamalıyızdır? Cevap budur. Çok merak ediyorum. Lütfen söyleyin: Mutlu musunuz? Bende mi bi sorun var?

    Benim teorik olarak mutlu olmam lazım lan. Bu huzursuzluk nerden geliyor? Yaşlanıyor muyum? İçimdeki ateş sönüyor gibi hissediyorum.
    Geri kalan yaşamımı o ateşin közüyle devam ettirecek gibi hissediyorum.

    Ne bileyim ya. Yazamıyorum da. Ateş mateş kalmadı ki. Bomboş bir insan oldum. İstemediğim şeyleri yapıyorum. İstediğim şeyleri yaptığımda da o kadar da çok istemediğimi farkediyorum.

    Belki de hayat normalleşme eğilimindedir. Uzun süredir mutluyumdur. Alışmışım ve farkına bile varmamışımdır. Belki de bir düşüş yaşamam gerek. Bilemiyorum.

    Gençlik ateşim söndü. Sebep bu. Yaşlandım. Artık yaptığım her şey alışkanlıktan. Birkaç şey hariç hiçbir şeyden zevk alamıyorum. Eskinden zevk aldıklarımdan da.

   Hayallerim zaten gerçekleşemeyecek kadar uçuk şeyler olduğundan tutunacak bir hayal dalım da yok.

    Bir poşet gibi yaşıyorum. Ne olacak hiç bilmiyorum.

26 Ağustos 2018 Pazar

Hamam Böceği

Odaya girdiğimde saat 02.30du. Odanın ışığı yanmadığı için tuvaletin ışığıyla idare etmek zorundaydım. Yatağa uzanıp olanları unutmayı planlarken yatağın kenarında bir hamam böceği gördüm. Bayağı büyük bir şeydi. Kendimi bildim bileli böceklerden korkarım. Ancak o an korkmadım. Yere oturdum, olanlardan habersiz, sessizce duruyordu. Hiçbir günahı yoktu. Var olmaktan başka hiçbir suç işlememişti. İşte orda, benim tüm çaresizliğimin aktığı yatağın kenarında masumca duruyordu. O kadar masumdu ki başını okşayasım geldi. Bir başı vardı elbette.

Ancak çirkindi. Siyahtı bir kere. Kelebeklerle aynı türden olmasına rağmen hep nefret edilen, kovalanan bir canlı olarak yaşamını devam ettirmeye çalışıyordu. Bilemiyorum belki biraz da yüzsüzdü. İstenmediği yerlere girip çıkıyordu. Bizse sürekli genişliyor, onu bizimle aynı ortamda bulunmak zorunda bırakıyorduk.
O an o hamam böceğinin aslında ben olduğumu anladım. İnsanlardan kaçtıkça insanlar sürekli genişliyor, beni içlerine alıyorlar, içlerinde ne kadar çirkin durduğumu gördüklerinde de tiksinerek bakıyorlardı. Ben de siyahtım. Ben de çirkindim. Ben de en az bir hamam böceği kadar yüzsüzdüm. Ama birazdan öleceğini bilmeden etrafına bakan bir hamam böceği kadar da masumdum.
Hamam böceğine dikili gözlerimden 3 damla yaş aktı. 2si sol gözümden. Onu öldürmek zorundaydım. İçimdeki hamam böceğini öldürmek gibi bir metafor değil. Onu gerçekten öldürmek zorundaydım çünkü yatmak istiyordum. Yatarken üstümde gezinmesini istemezdim. Peki kelebekler? Kelebeklerle yatabilirim çünkü onlar renkli ve güzeldirler.
Yerde duran ayakkabılarımdan biriyle hamam böceğine güçlü bir tekme indirdim. Korkuyla ayakkabıyı kaldırdığımda can havliyle kaçmaya çalışan hamam böceğini gördüm. Ne olduğuna anlam veremiyordu. O sadece yaşamaya çalışıyordu. Tek hatası istenmediği bir yerde olmasıydı. Ama o istenmediğini bilmiyordu ki? En azından kafasına cüssesinin 10 katı bir eşya onu öldürmek amacıyla vurulana kadar.
Ben de bilmiyordum. Belki de biraz geri zekâlıyımdır. Veya kibirliyimdir. Ancak o gün ben de biraz öldüm. Yıllardır ölmeye devam ediyorum. Hamam böceğinin üstüne indirdiğim ayakkabı gibi benim de üstüme merhametsizce indirilen gülüşler, acıyarak veya tiksinerek bakan gözler, canımı acıtmamak için söylenmeyen ancak söylenememesi daha da canımı acıtan sözler var.
İnsanlar birbirlerinin zekasını küçümsemeyi bırakmalı artık. Ben bana söylemek istediğiniz ama söylemediğiniz her şeyi anlayabiliyorum. Arkamdan neler konuştuğunuzu zihnimde duyabilecek kadar öldürüldüm ben.
Ruhumun parça parça öldürülmesine de seyirci kalacak değilim. Her ölümde biraz daha kapatıyorum kendimi. Sürekli saldırılan bir insanın kendini korumaya çalışması, evi sürekli kundaklanan bir adamın evinin etrafını duvarlarla örmesi gibi. Bir kaplumbağa gibi. Korunmaya çalıştıkça daha da yavaşlayarak, sırtında daha çok yük taşıyarak. Ama en azından yaşamaya devam ederek.
Kendime kurduğum duygusuzluk hapishanesinde en azından ziyaretçi görmek istemiyorum. Duvarlardaki deliklerden de bakmayın. Biliyorum meraklısınız. Merak etmeyin iyiyim ben. Sizden ne kadar uzak, o kadar iyi. Çünkü bu hapishaneden her kafamı çıkardığımda bir yumruk yiyorum. En iyisi kafamı çıkarmamak. Mazoşist değilim.
Benden utandığınız için üzgünüm. Özür dilemiyorum. Üzgünüm. Tiksinerek baktığınız için üzgünüm. Sanki bir hamam böceği görmüşçesine...
Beni görmemeniz için siyahlara büründüm ama sürekli ışığı açıp bakmak istiyorsunuz. Siz ışığı açmazsanız ben de sizin için var olmaktan çıkarım endişelenmeyin.
Beni yalnız bırakın. Ben sizden uzak olurum. Karşılaşırsak panik yapmayın. Emin olun ben sizden daha çok korkuyorum. Koşuyorsam sizden kaçmak için koşuyorum telaşlanmayın. Biraz sabırlı olursanız hayatımız boyunca bir daha görüşmeyeceğiz.

30 Temmuz 2017 Pazar

Nerdesiniz

Geldim ben
    12.08üü
Nerdesiniz?
    12.12üü
Geliyor musunuz?
              12.18üü
1 cevapsız arama
                  12.25
Nerde kaldınız?
          12.27üü
2 cevapsız arama
                  12.29
?
12.30üü
3 cevapsız arama
            12.31üü
Gelmiyorsanız gidiyorum
     ben                   12.31üü
       
4 cevapsız arama
                  12.31
5 cevapsız arama
                   12.31
Neyse görüşürüz...
               12.34üü


5 Nisan 2017 Çarşamba

Oynatmaya Az Kaldı Kuantum Fizikçim Nerde


Zifiri karanlık bir odada kör olmadığını nasıl anlarsın ya da kör olsan da ne fark eder ki?

Sen hariç her şey yok olsa var olduğunu nasıl anlarsın? Hiç yok olmadın ki var olmayı bilesin.

Belki rüyadır bütün bu olanlar. Rüyada olduğunu uyanmadan nasıl anlarsın? Gerçi ne fark eder ki?

Her madde zıddıyla var olur. Peki, soruyorum nerde bu anti maddeler?

Yaşamak zor mu? Bilmem, yaşayanlara sor.

En son ne zaman öldün? Saçma oldu düzelteyim, en son ne zaman yaşadın? Benim on sene oldu sanırım. Demek ki en son on sene önce ölmüşüm. Ölmüşüm ağlayanım yok. Ağlayanı geçtim kimsenin haberi yok.

Ağlayın lan. Ağlasanıza. Ne gülüp duruyorsunuz eşşek gibi. Nereye baksam gülen yüzler mutlu hayatlar.

Sikerim lan hepinizi. Siker sallarım harcarım lan hepinizi. Amına koyduklarım. Entropi diye bir şey var.

Entropi nedir? Güneş senin o koca götünü çektiğin fotoğrafı aydınlatmak için ölüyor demek entropi. 

Her hareketinle ölüme yaklaşmayı geçtim, her şeyi öldürüyorsun demek.

Evet.

Ellerimi kıracağım yakında.

Güzel.

Dilimi dağlayacağım.

Eee?

Hani nerde teknoloji? Anılarımı sildireceğim kardeşim. Geliştirin şunu salak salak işlerle uğraşmayın.

Yok tersine nedensellikmiş de boltzman beyinleriymiş de rastgele kuantum dalgalanmalarıymış da… İsme bak.

Diyeceksin ki bu ne şimdi? Bu ne biliyor musun? Beynimden geçenlerin on saniyelik kısmı. Arada anılar da var. Çarpıyorlar düşüncelere acıdan kıvranıp bağırarak küfrediyorum: AMINA KOYİM!

Bu anı dediğimiz şey demek ki somut bir şey. Elektriksel bir patika. Kod gibi. 

00100101001010110001001011 : Hoşlandığım kızla şakalaşırken gözüne parmak sokmam.
00101000100111001001001010 : Yıl 2004 “Ne konuşuyorsun mırmırmır az sesin çıksın!“

Gereksiz yazı yazmayalım kodun ne senin? Kodum : 4

Ne diyordum ya güzel bir şey diyordum, ulan güzel güzel karizmatik yazı yazarken nereye geldi muhabbet.

Hah diyordum ki bu anılar somut. Sinirlerime dokunuyorlar. Cızzzt cızzt ediyor. Kıvranıyorum diyorum yatakta sen hala orda ah-uh ah-uh

Yazamıyorum. Yaz-a-mı-yor-um. İyi bari hecelemeyi unutmamışım. Yok lan unutmuşum heralde. 

Bilmediğin şeyin doğru olup olmadığını nasıl bileceksin ki işte? Zeka.

Yazamıyosan yazma pezevenk. Git iki kitap oku. Hııı bok yazcam bi kere hııı.

Şaka maka efsane yazı yazacaktım gene sıçtı. İlk 4 satır iyiydi. İtiraf ediyorum ilk 4 satırda ben de destekledim.

Özür diliyorum herkesten vakitlerini çaldığım için. (Yazar burda Jimi Hendrix’in Voodoo Child şarkısındaki "I didn’t mean to take up all your sweet time i’ll give it right back to you one of these days" kısmına atıf yapıyor.)

Yoo yapmıyorum yalan atma.

Özür de dilemiyorum zaten 3 kişi okuyor, hepsi yazar. Kafamdakileri yazıya dökeyim rahatlasın dedim rahatlamadı. Hadi iyi günler.

Yok ya bitiresim yok. Ne yazıyım? Çükübik.

Neyse az biraz kredim varsa da tüketmeyim okuyan 1 kişide falan. Hadi iyi geceler. Güneş doğmuş. 

3 Mart 2017 Cuma

Sıradan Bir Monolog

   Yalnızlığa saygıda kusur etmedim, bilgisayarın karşısındaki koltuğumda kedi gibi kıvrılıp mırlayarak uyuklamaktan gocunmadım. Hayatımın bir döneminde seni gördüm, bazen de tanrıya inandım. Kahveyi sütle içebileceğimi düşündüğüm zamanlar oldu. Sarhoşken hep seni düşündüğümden, ayıkken ne düşünmem gerektiğini programlı bir şekilde kağıda yazdığım bir dönemi kapatalı oldu baya, ne güzel ne güzel. Gel bakalım gel, senle biraz monolog konuşmak istiyorum.

   Lakin önce bu yazının hiç de vurucu olmayan bir yerlerden çalıntı cümlesini yazıp utanç maskemizi yüzümüze yerleştirelim;

   -Dileğim gerçekleştiğinde, işte o zaman anladım acının ne demek olduğunu-

   Neyse, neyse bırakalım bunları.
   Ne yapıyoruz?" diye heyecanlı bir giriş yapasım var kurduğum cümlenin utancını ört bas edebilmek için, "yine yazıyoruz". "Buraya düşmeyi nasıl becerebildin tekrar?" " Tekrar düşmedim, sadece uzanmak için yeni bir yer aradım. Sıkılmıştım eski yerden azıcık. Sıkıldım dedim ama gerçek sebebini söylemeye  gururum el vermedi -azizim-. Kovdular esasında, burası belediyeye ait kaldırın şu masa sandalyeleri denerek ihtar çekilen kafe işletmecisi gibi bile değil de, cansız, tatsız, tutsuz kırık bir sandalye, bir ayağı hafif kısa, üzerine yaslanınca oynayıp duran, yakınlaştığı insanları nefrete sürükleyecek bir masa gibiydim."(ayrıca bu bir monolog olacaktı soru sormaya, aradan fırlayıp mesajlar yazmaya, zaten boktan bir şekilde ilerleyen lakin bu hoşnutsuzlağa alışmış bir şekilde ilerleyen düzene renk vermeye hakkın yok -true love waits'de thom yorke'un dediği gibi- yaşamıyorum, sadece vaktimi öldürüyorum, evet.)

   Güzel kokular ve güzel insanlar arasında yürümek. .. Bu mağaza kalabalığı ve canlılık ve çiftler ve insanlar ve vitrinler ve güzel insanlar, insanlar -hasbel kaderim-. Hayatımı ne kadar da piç ettiğimi yüzüme vuruyor. İçim bulanıyor, ayaklarım tutmuyor ve nefes alamıyorum. Çünkü ben -mirim-... ee çünkü sen....

   -Üstadım- bunları söylemek kolay değil, göğsümde sıkışan bu acı, parmak uçlarıma kadar etkiyor da yazamıyorum ne kadar düşünsem de.

Çünkü ben...

   Çünkü ben -güzellik-, evet, bana biraz gülümseyebilmiş ve iyi tarafını gösterebilmiş bütün güzellikleri hayalet edip takıyorum peşime. Aslı gidiyor mesela, ama ben karanlık bir ormanda hayaletleriyle dolaşmaya devam ediyormuşum gibi. Bu karanlık ormanda filmlerdeki gibi sis yok -tanrıçam-. acı var, ızdırap var. Ciğerleri sökülüyor insanın.(Lütfen artık beni sustur, lütfen)

   Yalnız olduklarını farkettikleri halde, bilmiyormuş gibi davranan insanlar var -cancağızım-. "Senin gibi mi ey ah eden". Öncelikle susmalısın bu bir monolog, lütfen. Ben yalnız değilim -canım-, siz varsınız. Hem mış gibi davranmayı beceremem. Çok uğraştım bu hususta ama uğraştıkça daha iğrenç bir insan oluyorum. Oysa insanlar bu büyü ile nasıl güzelleşiyor bir bilseniz. Yüzsüzlük -sevdicek- benim yaptığım yüzsüzlük. Çünkü ben -gökyüzüm-, ben...

Çünkü ben yine...

   Çünkü ben sanırım özünde de iyi bir insan değilim. Sabaha yakın, parlayan kırmızı gökyüzünün altında, toplu bir yok oluş planlarken buluyorum kendimi bazen. Ve senin elini tutup ağaçlarla kaplı bir yoldan birbirimize gülümseyerek yürüdüğümüzü hayal ettiğimin hemen ertesine.... Hem de böyle bir hayalin ertesine... Bilirsiniz -bileğininarincetutabilenim-, bilmelisiniz ne kadar utanç verici ve zordur insanın hayallerini anlatması. Yaaa ben yüzsüzce yazıyorum, seneler önce de yazdım ve okuduğuna emin oldum. Yüzsüzce. Saçlarım ağırıyor.

   Zaman neden daralabilen bir şey -güneşim- biliyor musunuz? Çünkü iki taraftan da sıkışır. Geçmiş ve gelecek anı yakalamak için yarışır. Bizim bu tatminkarsızlığımızın, yapamadıklarımızdan çok bununla alakası var. Yapamadıklarımızın nedeni de yetiştirememe kaygısıdır belki de. Sahi kaç kere "bu saatten sonra..." diye bir kenara ittim istençlerimi. Bu geç kalmışlığın kötü bir insan olmamla alakası yok. Nasıl kötü biri olduğumu anlatmış mıydım daha önce? Muhtemelen hayır. Kendimi acındırıp, bu mahçupluk ve eziklikten egomu beslemeye çalıştım hep, ne güzel. Biraz bahsedeyim, aşıyoruz bazı şeyleri -birtanesi-, fren tutmuyor.

   Hep aynı yerde beklerken onca yolu yürümüş gibi soluk soluğa kalabilmek mesela, üzerimdeki bu yorgunluk bu halsizlik kötülüğün eseri. Mesela hayatımı üzerine koyduğum hayallerin bile gerçekleşme şansı belirdiğinde çok da normalmiş gibi adım atamamam ve zaten olmayacaktı... "Zaten olmayacaktı" Kötülüğe Giriş 101 ders kitabının önsözü içerisinde geçer. Gerçi bunu anlatmasam kimse bilmez, bu devirde kitabın önsüzünü okuyan mı kaldı? Uzay zamanı bile kesebilecek keskinlikteki alınan kararların kısa bir süre içerisinde ve dahi o kararlığın dağılıp gitmesi. Mazeretler... olağanca kırılganlığıyla bu ruhu, bu rahat zonun içerisine mazeretlerle hapsederek hırsı söndürmek. Hırs kötülük değildir, mazeretler kötüdür. Kırmak kırılmak değil, kırılmamaya çalışmak kötülüktür, öyledir elbet. Bilmem daha nasıl anlatayım, bir insan daha fazla kendini ne kadar kötü gösterebilir.

Izdıraplar sonsuz hayat kısa mı dedin? Öyle değil be -sevdiğim- daha çok hayaller uzun, şiirler kısa.

   Efendim ne söyleyelim, ne edelim yakışı kalıyor mu? Koca koca adamlar yazı mı yazar? Adamlar dediğin çalışır, eve gelir televizyon karşısında çay içer sonra koltukta uyuklar. Adamlar budur. Bu nedir? Bırakalım, bırakalım. Salıverelim artık, azad edelim. Bu yazı buraya son olsun mesela , aman tanrım ne güzel. Bir daha çata pata seslerle yarmayacağız gecenin derin sessizliğini aman ne güzel. Temelli bırakalım da ipin ucunu, zihnimizi de temizleyelim, bahar kapıda. Sonra bir yerde ismini duyar görürsek "no fuck given on that day" diyelim. O kafalarda ömrümüz çürüsün biraz da canım, evet.

   Yalan, yalan. Sadece biraz fazla sarhoşum, ne dediğimi de bilmiyorum. Ayık olsam da ciddiye alma. Oyun gibi izlenip geçilecek vasat bir performanstan öteye geçememek benim için onurdur. Yaşamamaya razı olduğum zamanlardan geçtim. Bu ızdırap en kötü tutunacak daldır,saygılar.

Bu kadar yeter , beyin kıvrımlarımdan önce parmak uçlarım uyuşuyor.

4 Şubat 2017 Cumartesi

Bilmemek


   “Bilmiyorum… Bana neden böyle davranıyorsun bilmiyorum? Ben sana ne yaptım?”
   Bu cümleyi söyledikten sonra “Ne yaptığını bal gibi biliyorsun.” Demeni o kadar çok isterdim ki…
   Ama demedin. Sana söylediğim yalanları bilip bilmediğini asla belli etmedin. İçim içimi kemiriyor.    Aramızdaki soğukluğun sebebinin ben olması ihtimali beni delirtiyor. Ve biliyor musun aslında neredeyse eminim bildiğine. Çünkü durup dururken kimse kimseye bu kadar uzun süreli bir soğukluk kini tutmaz.

   Merak ediyorum bir insan onun dediklerine harfiyen uyan, tek bir kötülük yapmayan insandan nasıl soğur? Belki de müdahale etmeliydim. Belki de soğukluk müdahale edilmedikçe yayılan bir yangındır.

   Her türlü yaklaşımı denedim. Ama yanlış tedaviyle durumu iyice kötüleşen bir hasta gibi seninle olan bağımız da kopma noktasına geldi, asla kopmadı. Keşke koparıp atsaydın, daha kolay olurdu. O kadar inceldi ki bağımız dokunmaya korkar oldum kopacak diye. Keşke koparmaya cesaretim olsaydı. Belki başka yerden bağlanırdık. Belki bu sefer kalpten?
   
   Ama insan affetmeli değil mi? Eski günlerin hatırına.
   Ya da belki ben paranoyağımdır. Belki de sadece sen acımasızsındır.
   Kendi hayatını düzene sokmak için başkalarını hayatından çıkaran bencilin tekisindir.

   Bilemiyorum belki de sadece hayat böyledir. Bazıları duygusal, bazıları acımasız. 

27 Eylül 2016 Salı

Ben Bir Gerzeğim.

"Anne, ben ayı olsam benden korkardın dimi?" diye sordu küçük kız annesine. Cevabını duyamayacak kadar hızlı yürüyordum.
Telefonuma baktım. Gelen mesaj aylardır alamadığım maaşımın bu ay da elime geçmeyeceğini müjdeliyordu. "Hay sikiyim" diyip Markete doğru yokuş aşağı yürümeye devam ettim.
Bu yokuş aşağı yürüyüş, elimde poşetler varken yokuş yukarı yürümem demekti.Bu sefer de eski marketimizi kapatanlara küfrettim. On adımda bir küfrediyordum.
Ellerimi göğüs kafesime sokup parçalayasım geliyordu. Anlık bir bunaltıyla değil, bu sahne gün içinde aralıklarla beynime çakıyordu. "Arabayla gelseydim keşke" dedim.
Ancak arabayı park etmeyi henüz öğrenmemiştim. Neyi öğrenmiştim? Son 3 sene içinde pek bişey öğrendiğim söylenemez.
30a 3.5 var. 30. Her şeyin düzene uygun olması için son yaş sanırım.30 yaşında evli ve çocuklu, ailesini pazar günü arabayla alışveriş merkezine götürebilecek kapasitede olmalı insan.
Eksikliklerimi tamamlamak için 3.5 senem var. Çok da kısa değil. Uzun? Hiç değil. Bu zorunluluklar canımı sıkıyor. Dişimi sıktırırken yanlışlıkla 1 senedir çürük dişime dokundu sağlam dişim.
Kısa ama felaket bir acı hissettim. Arada hissediyordum. Korkudan erteliyordum. Erteledikçe kötüleşiyor, kötüleştikçe korkuyordum. Kendi kendine çürüyüp gitmesini umud ediyordum. Ama diğer umutlarım gibi bu da tamamıyla gerzekçeydi.
Ben bir gerzektim. Aptal olmasam da sosyal açıdan gerzeğin bayrak taşıyanıydım. Kanım mı azdı? Yoksa beni sopayla dürtecek bir çobanım mı yoktu? Sürüden kopup gitmiştim.
Sürünün de çok mutlu olduğu söylenemezdi. Hatta ben onlara nazaran daha mutluydum. Ancak sürüden ayrı kalmanın psikolojisi benim mutlu olmama izin vermiyordu. Ah keşke benden oluşan bir sürüm olsaydı.
Ne çobanım ne sürüm vardı.
Mutlu musun diye sordu geçmişimden gelen bir gölge. Durduk yere. Pat diye. Mutluyum demek istemedim. Ama mutsuz değildim ki. Niye mutsuz değildim? Keşke mutsuz olsaydım.
Bir insan neden mutsuz olmak ister? Çünkü gerzektir. Ben de bir gerzeğim. Mutsuzluk kara bir nehir olsa da en azından akıyor. Bense grimsi saçma sapan bir göletin içindeyim.
Yerimden kalkasım yok. Yatmayan kuş kadar maaşımla bu bir kenarı olmayan ofis sandalyemde ölene kadar oturmak istiyorum. İstemiyorum aslında da öyle yapasım geliyor.
Ben de mutlu olmak istiyorum. Mutluluğa mutsuzluğa uzak olduğumdan daha yakınım. Ancak biliyorum ki mutlu olmamı gerektirecek şeyleri yapmak beni mutsuz edecek.
Açık konuşayım. Öncelikle para kazanmam gerek. Gerçek para. Bunun için çalışmam gerekecek. Çalışınca da beni şu an mutlu eden şeyleri kaybedeceğim. Mutluluk yüzlerce anahtarın kombinasyonuyla açılan bir kapı. Ancak asla doğru kombinasyonu tutturamıyorum.
Bir diğeri, aşık olunmak istiyorum. Ama bunun için de kendimden fedakarlık etmem gerekecek.
İşte bu yüzden bu koltuktayım. Ben kendime mutlulukla mutsuzluk arasında güzel bir yer buldum. Mutluluğa bir adım atarsam yerimi kaybedeceğimden korkuyorum.
Hayatımın özeti bu. Risk almadan yaşamaya çalışmanın bedeli bu. Elimde 100 lira var, yatırım yapsam zengin olacağım ama ya olamazsam?
Sorun şu ki bu 100 lira bitmeye başlıyor. Teker teker kaybediyorum elimdekileri. İşte bu yüzden ben burdayım. Bir mucize bekliyorum. Gözlerimi kapatıp hiçbir şey yapmadan mutlu bir hayata uyanmak istiyorum.
Benim ismim vakamijin. Ne kadar gerzek bir isim dimi? Ben uydurdum. Çünkü ben bir gerzeğim.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Söz

Bir kenara atılmış fotoğraflar, bazısı yırtılmış bazısı yanmış; elbette yakılmış. 
Bir fotoğraf kendi kendine yanamaz ya. Altında kül bile duruyor bak.

Her fotoğrafta olan bir adam varmış, o adam hiç yaşamamış. Nefes almış belki ama yaşamamış. Yaşatmamışlar. Öldürmüşler demiyorum ama yaşatmamışlar.

Her sözü tatlı bir kadın varmış. Sözü demeyelim lafı diyelim. Çünkü sözlerini asla tutmazmış.

Bölük pörçük besteler dağılmış dört bir yana. Tatlı sözlü kadın birleştireceğine dair söz vermiş. Bak dağınık hepsi. Ne oldu? Ya kadın öldü, ya sözü.

İncecik bir ses duyulmuş. Kan dağılmış her yere. Kalp sökülünce kanar ya.


Oturup bir sigara yakmış adam. Kalbi bir kavanoza koymuş. Artık tatlı sözlü kadın verdiği sözü tutabilirmiş. Kalbi adamdaymış. 

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Kaos - Bölüm 2

    Bomboş geçen günlerinin üzüntüsü ve günlerinin bomboş geçmemesi için yapabileceği şeyleri yapmasını engelleyen inanılmaz tembelliği arasında sıkışmış, ağzındaki iğrenç metal tadıyla yatağa kendi atmıştı. Uykuya dalmak üzereyken üzerinde bir serinlik hissetti, yorgana sarıldı. Serinlik beraberinde hayatında hiç hissetmediği tarif edilemez bir duyguyu getirdi.
-          -  Merhaba Ra, şu an delirdiğini düşünüyorsun, düşünme. Tam karşındaki aynaya bak ve sakın bağırma.
   Ayna yerinden hareket etti ve Ra’nın tam sağında ona önü dönük şekilde havada asılı kaldı.    Aynanın arkasında akışkanmış gibi duran mavimsi bir zemin vardı.
-           - Elini uzat.
   Elini uzatmak istemese de kontrol edilemez şekilde eli aynaya doğru gitti. Aynadan içeri girdi ve artık elini hissetmiyordu. Bağırmak istese de bağıramıyordu. Tek yapabildiği gözlerini kırpmak ve olanlara anlam vermeye çalışmaktı.
    - Sana maddenin ve insanlığın tarihi üzerinde çok kısa bir açıklama yapacağım ve seni çok istediğin şeye kavuşturacağım.
   - Madde; enerjinin sıkılaştırılmış inanılmaz yoğunluktaki halidir. İnsanın gücü ise enerjisini kontrol edebilmesidir. Eğer enerjine hükmetmeyi başarırsan her şeye hükmedebilirsin. İnsanoğlu uzak gelecekte bunu başardı ve üst bilinç geliştirerek sizin şu an yaşadığınız 3. Boyuttan 4. Boyuta terfi etti.
   Seni neden seçtiğime gelince, içindeki iyilik muazzam boyutlarda ve böyle bir paranormal olayı zihninde canlandırdığın için seni ikna etmek kolay olacak diye düşündüm.
   Peki, neden 3. Boyuttaki canlılarla uğraşayım ki değil mi? Çünkü içimizden birisi bir deney yapmaya karar verdi. Sanıyorum bu sizin evriminize kötü etki edecek dolayısıyla bize de büyük zararı dokunacak hatta yok olmanın eşiğine geleceğiz. Bu deneyin ne zaman ve ne şekilde olacağını bilmiyorum. Tek bildiğin senin gibi 3. Boyuttaki bir insan kullanılacak. Zamanı geldiğinde anlayacaksın.
   Şimdi, sana verdiğim güç kötü enerjiyi yok edebilmek. Ne için kullanacağını zaten biliyorum. Bir daha karşılaşma ihtimalimiz çok az. Kendi başınasın. İyi şanslar.
   Ayna eski yerine dönmüş, elinin kontrolünü geri kazanmış ancak olanlara hala anlam verememişti.     Uyanmak için çabaladı ancak uyanıktı. Uyanamayacağını anlayınca uyumaya çalıştı. Onu da beceremedi.

.


   Tamamen beyazlıkla donatılmış, insanda hiçlikteymiş hissi uyandıran odasında bir sonraki hastasını bekliyordu. İnsanları enerjiyle iyileştirebilme gücünü kazanmasının üstünden 2 yıl, bu gücünü kullanabilmeyi keşfetmesinin üzerinden 1 yıl geçmişti. Odaya yaşlı bir erkek ve 16 yaşlarında hasta bir kız girdi.
   - Buyurun. Kızımızın beyninde tümör var gördüğüm kadarıyla.
   - Dedikleri kadar varmışsınız. Son çare size geldik.
   - Tabi. Siz babası mısınız?
   - Dedesiyim. Yetim bu çocuk.
   - Tamam, siz çıkın dışarı işlem bitince size haber verilecek.
   - Peki. Korkma kızım, iyi olacaksın.
   - Adın ne senin?
   - Yua
   - Tamam Yuacığım çıkar üstündekileri bakalım.
   Kız kazağını çıkardı.
   - Hepsini çıkar ne varsa.
   Şaşırmış ve korkmuştu. Başlangıcı ve sonu belli değil gibi görünen bembeyaz bir odada bembeyaz bir adam karşısında kömür gibi parlıyordu.
   -Korkma abicim çıkar ben doktorum utanma olmaz tıpta.
   Utana sıkıla çıkardı üstündekileri
   - Yüzüstü uzan şuraya.
   - Şimdi senden istediğim en mutlu olduğun anı düşünmen. Gerçek olmasa da olur en mutlu olduğun yere git zihninde.
   Yua gözlerini kapatıp düşüncelere daldı.
   Ra bir elini kızın alnına diğer elini de kalbinin üstüne koydu.
   - Çok güzeeeel. Şimdi kalbine doğru bastıracağım, korkma. Gözlerini açma, en mutlu olduğun anı düşünmeye devam et.
   Ra’nın eli kızın göğsünden içeri kaydı. Kız hissetmemişe benziyordu. Diğer eli kalbine doğru kayarken kalbini tutan eli de yukarı doğru çıkmaya başlamış boğazında birleşmişti.
   - Gözlerini açmıyosun, güzeel. Şimdi ağzını kocaman aç bakim. Eveet. Ağzında kötü bir tat hissedeceksin korkma sakın sen düşünmeye devam et.
   Ağzında katran birikmeye başladıkça kız nefes alamamaya ve öksürmeye başladı.
   - Tamam gözlerini aç kus yere şimdi.
   Kız yere bir avuç dolusu zift kustu. Yüzüne sabitlemiş bir gülümsemeyle sarıldı.
   - Zatria de kayni!
   - Fıratlı mısın?
   - Tare.
   - Telerin dilini anlıyorsun ama konuşamıyorsun sanırım.
   - Tare.
   - Anladım. Geçmiş olsun. Şu beyaz elbiseyi giy. Dedenin yanına gidelim.
   Genç kızla odadan dışarı çıktılar. Herkes pür dikkat televizyonu izliyordu. Televizyonda bir adam bağırıyordu : “15 gün içinde ülkedeki tüm Fıratlılar öldürülmezse ülkeyi yok edeceğim
Ra odadan çıkınca herkes televizyonu bırakıp bu ışıktan oluşmuşa benzeyen adamı izlemeye koyuldu. Kızın dedesi kızını görünce koşarak yanına geldi, Ra’nın elini öpmek için hamle yaptı. Sonra sarılıp ağlamaya başladı.
   - Zatria de kayni te Mikaeli.

Fırat dilinde bu Allah senden razı olsun Mikail demekti.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Kaos - Bölüm 1

   Ülkenin binlerce yıllık barış anıtının tepesine çıkmış, bağırıyordu: “Kameraları çağırın.“  Ulusal güvenlik birimleri hemen olay yerine intikal etmiş, elinde hayatı dışında hiçbir kozu olmayan bu genç adamı herhangi bir tehdit ihtimaline karşı ablukaya almışlardı. Başkomiser eline megafonu alıp; “ Oradan aşağı in, yoksa müdahale etmek zorunda kalacağız. “ Adamın pek umrunda değil gibiydi bu gelen uyarı. O bağırmaya devem ediyordu: “Kameraları çağırın çok önemli bir şey söyleyeceğim.” Sabrı tükenmek üzere olan başkomiser; “İn oradan bak ne sorunun varsa hallederiz, ölmeye değmez.” Genç bir kahkaha patlattı; “Ben ölümsüzüm, zaten intihar etmeyeceğim, size bir teklif sunmak istiyorum.”
   “Ne teklifi sunacaksın, bize söyle kameralar yolda çağırdık.”
   “Tamam kameralar gelince söylerim.”
   Başkomiser ekiplere uyuşturucu iğneyi hazırlamalarını söyledi. Uyuşturucu iğne hazırlandıktan sonra adamın aşağı düşmesi ihtimaline karşı bir ekibi aşağı gönderip battaniye açtırdı.
  
   “Hazırlıklar tamam başkomiserim.”
   “Tamam, vurun.”
   

   Nişancı silahını ateşledi. Genç adamın bacağına nişanlanan uyuşturucu iğne genci vurmadı. Bir kez daha ateşlense de yine isabet etmedi.
   

   “Ateş etmiyor musunuz? Niye isabet etmiyor?”
   “Komiserim ediyoruz da bacağı ince, rüzgar da var isabet etmiyor.”
   “Ne yapalım? Kafasına mı atalım yani? Vurun şunu düzgünce.”
   Tekrar tekrar ateşlenen iğneler isabet etmiyordu.
   “Bu iğne göğüs kafesini delebilecek güçte mi Serkan?”
   “Hayır komiserim delmez.”
   “İyi, göğsüne nişan alın. Sağ tarafına nişan alın, kalbine falan denk gelmesin aman diyim ne olur ne olmaz.”
   “Emredersiniz.”
   

   Göğsüne nişan alınan iğne de isabet etmedi.
   
   “Lan oğlum delirteceksiniz beni, silah mı bozuk kocaman hedef var, nasıl vuramıyorsunuz ya?”
   “Komiserim…”
   “Ne var?”
   “…”
   “Ne var oğlum? Nee var söylesene!”
   “İçinden geçti iğne.”
   “Ne demek içinden geçti?”
   “İçinden geçti, gitti.”
   “Serkan taşşak mı geçiyorsun evladım!”
   “Komiserim bakın şu an ateş ediyorum dürbünle bakabilirsiniz içinden geçiyor.”
   

   Ateş edilen iğnenin adamın içinden geçip gitmesine kendi gözleriyle şahit olan başkomiserin dili tutulmuştu.
   

   “N.. Nas..”
   Derken yine bir kahkaha duyuldu.
   “Hahahahahha Ne oldu komiser? Çağırıyor musun kameraları?”
   “T.. Tamam”  “Elif, çağır haber bültenlerinden en az izleneni, canlı yayın yapıyor gibi göstersinler yalnız.”
   “Anlaşıldı komiserim.”
   “Elif”
   “Emredin komiserim.”
   “Şu içinden geçme olayı… Kimse duymayacak anlaşıldı mı?”
   “Emredersiniz komiserim.”
  

    Yarım saatten az bir süre içinde Tek Tv haber bülteni aracı yanaştı anıtın yanına.
   “Kızım, canlı yayın yapıyormuşsunuz gibi yayın yapacaksın anlaşıldı mı? Güzel malzeme çıkarsa yayınlarsın." Kafa sallamakla yetindi kadın.

   “Sayın seyirciler, şu an Risame’de barış anıtından yayın yapıyoruz. Ülkenin bilinen en eski anıtının tepesine tırmananan bir vatandaş bir teklifi olduğunu söylüyor. Basın mensupları gelmeden bir şey söylememekte diretti, şu an teklifini dinlemek üzereyiz” deyip mikrofonu anıtın tepesindeki adama uzatır gibi yaptı; “Yayındayız.” Dedi.
   “Güzel. Evet Sevgili Telerin halkı. Söyleyeceklerime kulak verin. Çünkü bu işin içinde siz de varsınız. Bildiğiniz gibi devletimiz sağolsun ülke son 1 sene içinde Fıratlılarla doldu taştı. Her yerde onlar var. Bize söz hakkı tanınmadan yapılan bu birleşmeden Fıratlılar hariç herkes rahatsız. Gelişmiş ülkemizi gelişmemiş insanlarla doldurarak gerilemeye sebep oldular. Herkesin içinde kök salan nefreti dışarı vurmanın vakti geldi.
   Teklifim şu; 15 gün içinde, ülkedeki tüm Fıratlılar öldürülmezse, ülkeyi yok edeceğim. Gücümün çok küçük bir parçasını buradakiler gördü. Komisere sorabilirsiniz. Ancak sizi de ikna edebilmem gerek. O yüzden…”
   Barış anıtının tepesinden atlayan genç, sonra iki elini yavaşça yukarı kaldırarak anıtı yerinden söktü. Havada ters dönen anıtı da baş aşağı konumda eski yerine gömdü.
   

   Herkes ağzı açık, dili tutulmuş vaziyette adamı izliyordu. Herkes çevresindekilere bakıp onların da aynı şeyi görüp görmediğinden emin olmak istiyordu. Kendini çimdikleyenler, gerçek olduğuna inanamayanlar...
   Ancak gördükleri her şey gerçekti. Genç tekrar konuşmaya başladı.
  

   “Ha, komiserim bu arada, eğer bu görüntüleri akşam haberlerde göremezsem, sana yemin ediyorum ülkede ne kadar karakol varsa yıkarım, ne kadar polis varsa öldürürüm. Bunu yapabileceğime inanman zor olmasa gerek artık.”
Komiserin dili tutulmuş, konuşamıyordu. Tam da bu anda şaşkınlıktan olsa gerek polislerden birisi ateş etti. Ancak yarım saat önce de şahit oldukları gibi mermiler adamın içinden geçip gitti.

   “Söylemiştim, ben; ölemem. Aslında beni tanıyorsunuz.”
Herkes hipnotize olmuşçasına adama bakıyor ve pür dikkat dinliyordu.

   “Tanımadınız mı? Benim, Azrail.”

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Siktirin Gidin

Verilmeyen cevaplar var. Aradığım değil, beklediğim. Hani bilirsin ne cevap geleceğini ama beklersin ya, öyle bir şey.
Konuşulmayan şeyler... Üç noktalar var binlerce. Üç binlerce noktalar.
Neyse en azından bir şeyler var diyorsun ama olmasalar mı acaba?  Olmasaydılar da çok. Bok belki de bilemedim.
Ne diyorum ben? Neyse en azından diyorum bir şeyler. Ya demeyenler?
Duvar mıyım ben? Duvarım belki de, burda bekle desen burda duvarım ben sen gelene kadar.

Sen diyorum kusura bakmayın, Hayatımın şekil almasında ortak bir amaç içerisinde olduğunuzdan belki de sen diyorum size.

Biz kimiz? Siz malsınız. Narsist piçlersiniz. Belki de ben narsistim. Narsist olsaydım hepinize narsist derdim. Ama hepinizin narsist piçler olduğu gerçeğini değiştirmez bu.

Çiçek olsaydım hepiniz arı olurdunuz. Eşek arıları. Emer emer giderdiniz özümü. Eşek arıları da bal yapar bilmez misin? Eşeklerden öz toplar onlar. Eşek balı yaparlar.

Susun öyle mal gibi. Verecek cevabın yoksa susarsın. Ama ben hep cevap verilecek şeyler sorarım. Demek ki bana verecek cevabınız yok. Bir cevabı bile esirgyorsunuz demek ki. İyi öyle olsun derim hep üstelemem. Ama bazı gerizekalılar üstelenmekten hoşlanırmış, ne bileyim? Kahin değilim.

Siktirin gidin şimdi. Kızmadım, gidin siktirin kendinizi bir yerlerde. Rahatlarsınız belki.

N'aptım, anlamadım ki size. Hiçbir şey yapmamak için hiç bir şey yapmadım oysaki.

Kafanıza vuruyum pat pat. Bunu severmişsiniz öyle duydum.

Hiçbir şey yapamadığınız adamların hırsını hiçbir şey yapmayan adamlardan çıkarmanız da tam size göre. Anlıyoruz ama biz merak etmeyin güzel kızlar.

Evet kızlar. Bu laflarım sizeydi. Belki de kadınlar açıp bakmadım ne bileyim? Kafanızı lan kafanızı. Aklınız hep piçliğe çalışıyor. Başka bir boka çalışmıyor.

Genelleme yaptım evet, genellemeler genellemek için yapılır. Onu yapma bunu yapma, oldu. Ben durayım burda, vurun kafanıza göre. Öyle bir Dünya yok maalesef. Olsa göbek atardınız. Yağlı göbekliler sizi. Bak gene genelledim. Çünkü genel kanı bu.

Okumayın bunu, millet ne yapmış acaba diye düşünürken uykuya dalın, osura osura uyuyun.

 Ben ne yaptım demeyin sakın.

Erkekler, sizin de amınıza koyayım. Amsalak pezevenkler. Sinirliyim evet. Gelin dövüşelim. Belki çükünüzden başka yerlerinize de kan gider dövüşürken, tercihim burnunuza.

Siktirin gidin lan hepiniz. Gidin, siktirin hayatınızı birilerine. Ben burda duvarım.

2 Kasım 2015 Pazartesi

Kasvet


Ayların en rahatsız edicisi, en olmaması gerekeni; Kasım ve saat 6.30. Henüz karanlık çökmemiş. Ancak aydınlıktan çok uzağız. Tek çaremiz karanlığı beklemek. 

Soğuk. Soğuktan korunmak için sarıldığımız sobalarda yanan kömür kokusu evlerin gri bacalarından dışarı akıyor.Yerler çamur. Sanki dünyanın rengi kahverengiyle karışık gri.

Ev. Evlerin içi sarı. Ucuz 40 waltlık ampullerin aydınlatmaya çalıştığı, loşluğu geçmiş, aydınlığa uzak evler. Sobanın aşırı ısıttığı odadan gelen televizyon sesi ve mandalina kokusu. Sobanın hiç ısıtmadığı odadan gelen sessizlik. Ve tekrar, tekrar arada kalmışlık.

Mutfakta demlenen çayın tıslaması, içeride yatan hasta annenin inlemeleri ve babanın yokluğu.

Yalnızlık. Kasvetin hamuru. Yalnızlığa aranan çare, çaresizliğin ta kendisi. zihinlerde binlerce dert, olmaması gereken her şeyin olmuş olması ve olması gereken her şeyin olmaması.

Tembellik. Üstüne oturmuş kasvetin ağırlığı. Öyle ki kolunu kaldırmana izin vermiyor. İzin vermedikçe işler yığılıyor, zihninde birikiyor. Ve öyle bir kısır döngü ki bu, karanlık dipsiz bir kuyudasın sanıyorsun.


En iyisi uyumak. En azından yarın bugün kadar kötü olmaz umuduyla.

27 Eylül 2015 Pazar

Peri



Penceremde beliren peri!
Uyutarak nahoş ninnilerle
Baştan terbiye edip beni
Yeniden büyüt, olmaz mı?
Kırpamadım gözlerimi gidersin diye
Yorgunum, bilmezsin.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Deli


Kaybetsem kendimi sokaklardan,
Gözlerden ve bütün hafızalardan
Kayıp sayılmam başkaları için
Çünkü kayıp olan bir daha kaybolmaz
Aklımı kaybetsem...
Delirmiş sayılmam

12 Nisan 2015 Pazar

Yağmur

   Sesler, hayaller ve düşünceler... Hepsi yanıyor üzerlerine düşen yıldırımla. Alevler söndükten sonra küllerini eşeliyorum, gri bir inci çıkıyor içinden, ruhum sanıyorum. Ellerim simsiyah oluyor. Ellerimi birbirleriyle temizlemeye çalıştıkça iyice kararıyorlar. Toprağa siliyorum, zihnim kararıyor.
   Gökyüzüne bakıyorum boynumu kırarcasına. Belki bir yağmur damlası yüzüme düşer de parçalanır diye. Bir ömür boyunca bekliyorum, ölmek üzereyken yağmur damlası düşüyor; yüzüm parçalanıyor. Akan kanın soğukluğu mu yoksa düşen yağmur damlasının sıcaklığı mı bu çözemiyorum. Ardından binlerce yağmur damlası düşüyor, hiçbiri bana değmiyor. Sanki gök; "seni parçalamaya bir tane yeter" dermiş gibi.
   Yağmur herkesi parçalıyor, gözler ve dudaklar haricinde bir şey bırakmıyor. Bedenimden geriye kalanlara acır gözler ve fısıldayan dudaklarla bakıyorlar.
   "Peh. Önce kendinize bakın siz" diyorum. Ama içimden, veya içimden geriye ne kaldıysa ondan.
   Gözler yaklaştıkça çamurlaşıyorum, dudaklar açılıp kapandıkça kuruyup rüzgarla savruluyorum.
   Tozum küllere karışıp savruluyor. Bulutlara doğru yola çıkıyor. Bir başkasının yüzünü parçalamak için düşüşe geçen bi yağmur damlası oluyor.

15 Mart 2015 Pazar

Matrix'e Girsem Bir Daha Çıkamasam




           İnsanların "Eğer Tanrı'ya sadece bir soru sorma hakkınız olsa bu ne olurdu?" sorusuna çokça kez "Hayatın anlamının ne olduğu..." cevabı verdiklerini birçok kez işitmiştim. Genelde benim sorduğum herhangi bir soruyu bana geri yönelterek fikrimi merak etmediklerinden (sanki onları sorgulamakla görevim bitiyormuş gibi) benim cevabım her zaman bende saklı kalır. Sanırım benim sorum, (hayatın anlamının olmadığına inandığımdan) yaşadığım hayatı "benim kurallarımla" tekrar yaşayıp yaşayamayacağım olurdu. Bütün ihtimallerini benim hesapladığım, iplerini benim elimde tuttuğum, tanrısının ben olduğum bir hayat...

           Mutluluk böyle doğmuyor mu? Mutluluk adını verdiğimiz duygu, insanın istediği şey gerçekleşince pompalanan bir sıcaklık değil midir? İşte bu hayat, milyarlarca ihtimalden her birinden yine benim mutlu çıkacağım bir hayat. Arapların kar yağışına, İskandinavların güneşe hasret olduğu bir dünyada benim mutluluğa dair düşler kurmam o kadar da anlaşılmaz değil sanırım.

           Mutluluğun, üzüntüden kaynaklandığını söyleyenler de var. Yani ortada bir üzüntü olmazsa mutluluğun da olmayacağını, bu iki duygunun karşıtlıktan meydana geldiğini iddia edenler... Peki üzüntülerin mutluluklara sayıca üstünlük kurduğu, halihazırda elimizdeki mevcut dünyada da başka bir hayatı özlemiyor muyuz? Öyleyse, bu yönde üzüntülerin özlendiği mutlu bir dünyayla mutluluk dilenilen hazin bir dünya arasında pek bir fark kalmıyor.

           Başka bir hayat yaratamam. Kader olarak bize diretilen inanış da bize "verilen"le idare etmemiz dışında bir seçeneğimiz olmadığını söylüyor. Peki hayata karşı bakış açımı değiştirerek daha umutlu olabilir miyim, sanmıyorum. Değişmeye istekli olmadığımı, içimde bu isteği ateşleyecek bir kuvvet bulunmadığını bildiğim gibi istesem bile değişmeyi beceremeyebileceğimden eminim.

           İlacım, bir yalanı yaşamak. Bu çözüme düşünerek, uğraş vererek ulaşmam garip geliyor. Çünkü, her zaman sanki benden başka herkes bunu bir gün okulda öğrenmiş de ben o gün okula gitmemişim gibi bir hisse kapılmışımdır. Zaman zaman şikayet edildiğini duyduğum samimiyetsizliği toplum icat etmemiş gibi bir tavra karşılık benim de bu tavrın kendisine samimiyetsizlik gözüyle baktığımı bilmenizi isterim.

           Ne diyordum, kendime yalanlar söylemek. Kendime, kendim hakkında ve yaşadığım hayatla ilgili yalanlar söylemek... Bazen hatta çoğu zaman gelen "birilerinden koşarak kaçma hissi"ni gerçeğe kavuşturmuş olurum böylece. Ve bunun işe yarayacağına naif bir inanışla kaniyim. Hayatımın bütün döneminde saf gerçeklikle zaman geçirmek zorunda kalmamın ve her yıl -benim için bir anlam ifade etmeyen- başka bir yaşa bastıkça bundan iyiden iyiye sıkılmamın hayati reçeteme ne sebeple ve hangi yolla ulaştığım konusunda gayet açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Hem kendimle ilgili bir tahlil yapıyorum hem bir itirafta bulunuyorum hem de Tanrı'ya (veya bu toprak parçası üzerinde olmamın sebebi her neyse ona) sitem ediyorum. Bu, beni rahatlatmaktan çok kafamı daha çok karıştırıyor.


           Artık gerçeklikle yüz göz olmaktan, onunla aynı soğuk hücrede oturmaktan, onun acı veren hikayelerini dinlemek zorunda olmaktan sıkıldım. Hep başka bir hayatı özledim, başka bir paralel evrendeki ben'e hep imrendim ve çoğu zaman kıskançlıkla o piç kurusunu suçladım. Çünkü bu kadar kötü durumda olmamın sebebi muhtemelen onun çok iyi durumda olması.

           Şimdiye kadarki günlerimi hep bir halüsinasyonu, bir sanal dünyayı, bir düşü, bir vahayı bekleyerek geçirdim. Filmdeki karakterin aksine birinin gelip Matrix'e bağlamasını istedim. Bunu bilerek ve isteyerek arzuladım. O biri beni hayatın bütün efkarından azade kılacak gözümü boyayacaktı. Sanki penceremden girip beni kurtaracakmış gibi... Kendimi aşan hayaller kurmam, sahip olamayacağım bir hayata dair umut beslemem, beraber olamayacağım kadınlara aşık olmam hep bundan. Bunun için suçlayabilir misiniz beni? Bence suçlamamakta isabet edersiniz. Çünkü, şu an itibariyle unutulmamayı başarabilmiş bütün dünya dillerinde gerçekliğin acı ve soğukla, yalanların ise tatlı ve yumuşaklıkla tamlamlanmasının bir tesadüf olmadığını anlamak zorundasınız.

3 Mart 2015 Salı

Tembel

               

                 Yazılar yazılarak mı çoğalır okunarak mı? Sanırım hiç bir zaman bilemeyeceğim bunu. Çünkü ne yazarım diyebilecek kadar yazıyorum, ne de okuyorum. Peki, ben ne yapıyorum; ya da ne yapmıyorum? Ne yapmadığımı bilsem yapacak bir şeyler bulabilirim.
                Çalışmıyorum, çalışamam çünkü. En azından bana öyle geliyor.
Toplum tarafından kabul görülen bir eğlence aktivitesi de icra etmiyorum. Kabulden ziyade, saygı ve beraberinde kıskançlık getirecek bir aktivite. Binlerce fotoğraf çektirip paylaştıktan sonra aç kurtlar gibi fotoğrafların beğeni ve beğeniyle doğru orantılı kıskançlık getirmesini beklemiyorum.
                Dışarıdan birine göre gayet sıradan, boş bir hayat yaşıyorum. Kendimi geliştirmeye dair en ufak bir çabam yok. Neredeyse herkese göre hayatın en güzel yaşlarını evde, odamda yine başkalarına göre boş boş oturarak geçiriyorum.
                Çalışmaya, eğlenmeye, gelişmeye duyulan açlığı anlayamıyorum. Hayatının en güzel dönemini güzel geçirmek için harcanan çaba bu dönemi daha da kötüleştirmiyor mu? En mutlu olma hırsı nerden geliyor? Neden mutluluğu bile hırsla karartıyoruz? Yaşıyoruz işte. Mutsuz değiliz. Yetmez mi? Kime ne kanıtlamaya çalışıyoruz?
Çalışmak… Para kazanmak için zamanından ödün vermek. Harcayamayacağın parayı kazanmak için hayatını boş vermek. Evet, biriktirmek, düzen kurmak için gerekli. Peki, neden bu düzenin dışında kalamıyoruz? Neden hayat böyle sürüp geçemiyor? Anlayamıyorum.
                Belki de ben fazla gamsız ve tembelim, belki de siz fazla gamlı ve işgüzarsınız. Çoğunluk haklıdır elbet. Siz yine haklısınızdır. Eminim.
                Ama bırakın da aksın hayat. Çalışıyorsan da çalışabildiğin için mutlu ol. Gençlik yıllarım heba oldu çalışarak diye veya çalışmayıp bu yaşa geldik çalışamadık diye dert yanma.
                Boş yere o kadar çok derdimiz var ki. Anlatarak bitiremem. Şu okul bitsin de… Askere bi gideyim de… İş bulayım, evleneyim de… Eee? Nerde sonu? Öleyim de mi?
                Anı yaşamak gerek. Carpe Diem… Peh. Anı yaşamayı bile bir kalıba sokmuşlar. İnsanlar anı yaşayabilmek için bile çabalamak zorunda hissediyorlar kendilerini. “Anı yaşamalıyız”, “Yapmalıyız”, “Mutlu olmalıyız”. Mutsuz olun ne var yani? Mutsuzluktan ne kadar çok korkuyorsunuz? Mutluluğunuzu mutsuz olmamakla takas ediyorsunuz. Çok ilginçsiniz.
                Bırak, ne olacaksa, ne oluyorsa olsun. Boş boş duvara mı bakıyorsun? Duvara bakmaya devam et. Herkes her gece çılgın partilerde eğlenmek zorunda değil. Herkesin onlarca sevgilisi olmak zorunda değil. Herkes kendinin hayatını yaşıyor. Yaşamalı daha doğrusu.KEndi hayatını olduğu gibi görmeyip başkasının hayatına özenmek, sonra da böyle bir hayatı olabilirmiş de, olamamış diye hüzünlenmek… Kendinize haksızlık etmiyor musunuz?

                Sanırım ben çok tembelim, ama belki de siz, çok hırslısınız. Umarım ben tembelimdir. 

13 Aralık 2014 Cumartesi

Yabancı



           Kahvenin kapısını açıp içeri girdim, arkadaşım da peşimden geldi. Kapı oldukça ağır olduğundan onun için de tutup geçmesini bekledim. Bu nezaket gösterisi fark edilmeyip teşekkürle karşılık bulamadıktan sonra ikimiz de içerideydik artık. Kurtulduğumu sandığım ufak çaplı dünyamdan daha büyük değildi burası. Yere bakarak yürüdüğüm için önce döşemeleri gördüm, ahşap döşemeleri hoşuma gitti. Zaten başka nesi hoşuma gidecekti ki? Karşılaştırma fırsatı bulabileceğim bunun gibi başka pek çok yere gitmişliğim yoktu. Açıkçası sosyal hayata yabancı olduğum için kendimi rahatsız hissediyordum. Acaba bir kelebek olsam kozamdan çıkabilir miydim?

           Nedense bir yere giriş yaptığımda herkesin beni izlediği gibi bir izlenime kapılırım. Genelde de haksız çıkarım. Bu kez de öyle oldu, kimse bakmıyordu. Yine de şimdiden pişman oldum. "Allah'ım neden evimi terk ettim ki?"... Yer bulmak için yürümeye başladım, arkadaşım yine arkadaşlığının hakkını vererek arkamdan geliyordu. İnsanların pencere kenarında olan bütün yerleri kapmıştı. "Tamam, ben asosyalim. Kendimi bir yere yaslamadan rahat hissedemiyorum. Ama size n'oluyor?" diye kızdım kendi içimden. Önde yürüyen ben olduğum için yer bulma sorumluluğunu kendimde hissediyordum. Bu ufak sorumluluğu bile kaldıramayacak kadar deneyimsizdim. Terlemeye başlayacak oldum ki "Abi buraya oturalım mı?" diye bir ses duydum. Arkamdan gelen sesin geldiği yere döndüğümde arkadaşımın en az 10 masa uzakta olduğunu gördüm. Arkadaşım kumral, mavi gözlü, beyaz tenli, nispeten yakışıklı sayılabilecek biriydi. Kışın her gün giydiği, çok sevdiği açık mavi renkli kaz tüyü montunu bugün de giymişti. "Buraya oturalım mı?" sorusuna cevap verme gereği duymadım çünkü bu soruya daha önce olumsuz cevap verildiğini henüz işitmedim. Beni izlemedikleri konusunda rahatladığım gözlerden birkaçı yaban olduğumu sezmiş gibi bana yönelmeye başladı. Acaba beni yiyecekler mi? Sanırım bunun için enerjilerini bile harcamazlardı. Çünkü bu kadar kolay bir hedefi kovalamaktan hiçbir avcı heyecan duymaz.

           Cevabımı duymadan önce kendi belirlediği masaya oturmasıyla sorusuna cevap vermememe bozulmadığını anladım. Masaya oturdum, ahşap olması sebebiyle sevdim. Kafamı kaldırıp arkadaşımın gözlerine baktım. Az önce olan bir şeyden memnun olmadığını belli eden bir mimik yaptı; ağız çizgisinin bir tarafı düzken diğeri aşağı doğru kavis yapmış vaziyetteydi. (Acaba bir şey mi yaptım?) Bu fotoğrafik, durağan bakış, garsonun gelmesiyle ona çevrildi. Ağız çizgileri tekrar düzelmişti. Garsonu baştan aşağı bir süzdüm. Sarışın, buğday tenli bir çocuktu. Göz rengini seçemedim. Çocukluğumu geçirdiğim köyde sıklıkla rastlayabileceğim tanıdık bir yüz karakterine sahipti. Bu genç gibiler, esmer kişilerin çoğunlukta olduğu, sarışınların el üstünde tutulduğu ülkemde  bir sebepten o kadar da özel sayılmıyorlardı. Papyon takmıştı. Acaba papyona alışması ne kadar sürmüştü? Bu samimiyetsizliğe alışık mıydı yoksa düşeli çok da olmamış mıydı? Arkadaşım "Ben bir menü alabilir miyim?" dedi. Garson ağzını bile açmadı. Cümlenin tekil şahısla kurulduğunu ya algılamadan ya da beni önemsemeden ayrıldı sonra iki menüyle geri döndü. Sanki çaydan başka bir şey içiyormuşum gibi menüyü açtım. Hepsi birbirine benzeyen pastaları, garip garip isimleri olan kahveleri ve daha başka birçok zamazingoyu atladıktan sonra menüde çayı buldum. Sanki çayın ne olduğunu bilmiyormuşum da ilk defa menüde karşılaştığım egzotik bir tatmış gibi kararımı çayda kıldım. Kararımı verdiğimi belli etmek için menüyü kapattım. Garson tekrar geldiğinde nezaketen arkadaşımın önce konuşmasını bekledim. Fonetiğinden İtalyanca olduğunu anladığım bir pasta ismi ve zaptirizippop bir kahve söyledi. Bunları zar zor telaffuz etmeye çalışırken bir yandan da parmağıyla menüdeki fotoğraflarını gösteriyordu. Arkadaşım bir anda annesine sürahiyi işaret edip su içmek istediğini belirten 2 yaşındaki bir çocuğa dönüşmüştü. Anne rolü üstlenen garson da "Çu değil annecim su, su." repliğini bir başka formda hayata döndürüp arkadaşımın her telaffuz hatasını düzeltiyordu. Kibar bir insan bunu günlük hayatta bile yapmaz, yapacaksa da en azından hatalı telaffuz edilen kelimeyi bir başka cümlede doğru telaffuzuyla kullanırdı. Bu işletmenin ahşap garson seçimini beğenmedim. Bana döndü, cevap bekler gibiydi. "Çay" dedim. Sadece üç harften oluşan bir siparişte telaffuz hatası bulmanın imkansız olduğunu anlayınca hevesi kursağında kaldı. Seri bir şekilde döndü ve uzaklaştı.

           O memnuniyetsiz bakışı bir daha görmemek için arkadaşımı es geçerek kafamı sağa çevirdim. Pencereden sokağı izleme seansım bana neden evden ayrılıp tekrar kapalı bir alana kısıldığımı düşünmemle başlayacaktı ki arkadaşım "Ee naber abi?" dedi. Bu soruyu bugün ondan üçüncü duyuşumdu. Başındaki "ee" kısmı da zaten sorunun o gün içinde çokça tekrar edilmesinden dolayı kendince duyduğu bir sıkılganlığı belirtiyordu. "İyiyim." dedim. Hiçbir zaman verecek daha iyi bir cevabım olmadı. Ne "Standart be abi." diyecek kadar özenti ne "Aynı işte ya." diyecek kadar rahat ne de uzun ve karışık bir cümleyle karşımdakini etkileyebilecek kadar zekiydim. Zaten bu kadar gündelik bir soruya uzun ve karışık bir cevap vermeye çalışmak, beni zeki bir insandan çok yapmacık, gösteriş için can atıp ıkınan bir gerizekalı olduğumu gösterirdi. O gün 5 saatimi geçirdiğim kişiye "Sen nasılsın?" demek tamamen samimiyetsiz bir soruydu. O yüzden ona nasıl olduğunu sormadım. Umarım bu bir düşüncesizlik değildir. İyi olduğumu söyledikten sonra bir süre karşılık verip vermeyeceğini bekledikten sonra tekrar kafamı çevirip pencereden dışarı bakmaya başladım. Sokaktaki insan manzarasının cazibesi yoktu; iki elinde market torbasıyla dolaşan asık suratlı, yaşlı bir kadın, elleri cebinde, kocaman montunun bile kamufle edemediği dev bir göbeğe sahip olan, saçları hala ağarmamış, kel ve bıyıklı, orta yaşlı bir adam, hazır giyim sektörü sağolsun betimlemeye gerek bile bırakmayan basmakalıp genç bir çift... Ve tabi ki el eleler. Pekala basmakalıplardı, ben yine de gencecik yüzlerine baktım. Popüler kültürün belki bulaşamayacağı bir nevi kurtarılmış bölge sayılabilecek bir yerdi yüzleri. Belki bir güzellik bulabilirim diye baktığım yüzlerde de edinilmiş, emanet alınmış, denenip onaylanmış mimiklere rastlayınca keyfim kaçtı. İnsan manzarasının sığlığından sıkılıp başka canlı türlerine yöneldim. Şansıma beyaz bir kedi duvara sürtünerek yavaşça kaldırımda ilerliyordu. Bir tarafını her zaman emniyete alması bana kendimi hatırlattığı için gülümsedim. Onu izlemeye koyulmuşken arkasından gelen iki kız gördüm. Birinin en dikkat çekici özelliği kafasına aşırı bol gelen kırmızı beresiydi, diğerinin o kadar dikkat çekici bir özelliği yoktu. Kırmızı bereli kız, sepetinden (kocaman çantasından) telefonunu çıkardı. Kedi bu iki yabancıdan sevgi veya yiyecek bekler gibi merakla onlara döndü. Kedilerin istekleri genelde bu ikisiyle sınırlıdır. Kız, kedinin fotoğrafını çekerken "Ayy çok tatlı ya, gözlere bak. Yerim ben seni." diyerek modelini motive ediyordu. Fotoğrafını çektikten sonra iki kız kol kola girip devam ettiler. Kedi, kızların arkasından bir iki saniye baktıktan sonra devam etti. En basit iki ihtiyacı da karşılanmamıştı. Kedi sevmenin yeni şekli bu muydu acaba?

           Bir konu açmak için arkadaşıma döndüğümde telefonuyla meşgul olduğunu gördüm. Ben de kendiminkine baktım. Ne yapacağımı bilemediğim için saate bakıp kapattım. Sanırım, sanal alemde de canlılar aleminde olduğu kadar yalnızdım. (Acaba yıldızlar aleminde durumum nasıl olurdu?) O sırada garson bir bardak çay ve iki yabancı madde getirdi. "Afiyet olsun." dedi. İçinden gelerek söylemediğini, sadece ezberlenmiş bir dilek olduğunu bildiğim için bir cevap vermedim. Umarım böyle yaparak bu çalışana karşı bir haksızlık etmemişimdir. Arkadaşım "Sağolasın birader." dedi. Sanırım bu teşekkürü benim yerime de edilmiş saymam yanlış olmaz.

           Arkadaşım bana dönüp "Abi pastadan al istersen." dedi. İçimden tadına bakmak geldi. Nazik olabilmek için sunulan bir ikramı önceden koşullanmış şekilde reddetmem gerektiğini biliyordum. Ancak bu alışkanlığımı son yıllarda kırabilmiştim ve açıkçası bu “her ikrama atlama” eyleminin beni insanlarla olan ilişkilerimde yeni bir samimiyet boyutuna taşıyacağına dair aptalca bir fikir edinmiştim. Bununla beraber, merak etmeyi ve her şeyi öğrenme hırsını slogan edinmekle ve ona bir amaç olarak sarılmakla durağan hayatımı renklendirmişim gibi hissediyordum. Sonuçta sosyal hayat insanı yaşanmışlıklarla besleyen bir okuldu ve burada başarı bir kişinin ne kadar çok öğrendiği ve ne kadar çok deneyimlediğiyle sabitti. Kendi yarattığım zincirleri kırarak arkadaşımın ikram ettiği pastadan bir dilim almak için sağ elimi uzatmamla tabakta sadece bir çatal olduğunu fark edip elimi geri çekmem bir oldu. Garson ilkin beni önemsemediğini 1 yerine 2 menü daha sonra 2 yerine 1 çatal getirerek belli ediyordu. Küçük oyunlarına bazen beni fikrimi sormadan dahil ediyor, bazen aynı şekilde safdışı bırakabiliyordu. Bu garson rakamlarla dans eden, müşterilerin algılarıyla oynayarak gününü gün eden çok değişik bir adam olmalıydı. "Yok ya almayayım." dedim. "Eyvallah." dedi. Arkadaşım bu itici sihirli kelimeyi teşekkür etmek, ağırına giden bir lafı sineye çektiğini belli etmek veya herhangi bir sözcük bulamadığında "iyi madem" anlamında kullanmak gibi birbirinden çok farklı karşılıklarda sıkça kullanıyordu. Bir sigara yakıp pencereden dışarı üfledim. Çayımı içmeye başladım. Hiç konuşmadık. Ben pencereden dışarı bakarken o pastadan aldığı her çataldan sonra masanın üstüne koyduğu telefonuyla oynarak oyalandı.

           Çayımdan son yudumu aldıktan sonra bardağı tabağa oturttum, kaşığı bardağın içine attım. Metalin cama vurduğu noktada çıkardığı çınlama benim için bir durgunluğun başlangıcıydı. Tiz sesler ve beyaz bana nedense hep yokoluşu anımsatır. Hem bütün dertlerimden azat olmuş gibi hem de dünyanın bütün dertlerini yüklenmiş gibiydim. Bu karşıtlığın içine çektiği derinlik her an biraz daha sessizliğe ve fikirsizliğe sürüklüyordu beni. Beyaz ve siyah karışsaydı gri olurdu, gürültü ve sessizlik biraraya geldiğinde gürültü sessizliğe üstün gelirdi. Evrendeki bütün karşıtlıklar ya uyum içinde başka bir varoluş meydana getiriyorlar ya da bu savaşta biri diğerine üstünlük sağlıyordu. Peki ya varlık ve yokluk çakışırsa ortaya ne çıkardı? Bu iki karşıtlığın çakıştığı her durum bir sonsuzluk noktasıdır. Çekim gücüyle insanın aklını ve hislerini emen bir karadelik. Sürüklenmekten kendimi alıkoyabilir miydim? Ellerimi kavuşturdum. Korkusuzca arkadaşımın gözlerine baktım. Nereye baktığımı kontrol etmek için bir iki kaçamak bakış attıktan sonra bir şey diyeceğimi zannedip o da bana bakmaya başladı. İnsanların beni tanımlamak için kullanmakta yetindiği tek tanım olan sessizliğimi bozmayacağımı anlayınca lafa girdi:

- Abi valla hiç konuşmuyorsun. Anlat. Nasıl gidiyor, ne yapıyorsun?
- Hiçbir şey yaptığım yok. Öylesine yaşayıp gidiyoruz işte.
- Yahu sorun da o değil mi? Öylesine yaşayıp gidiyorsun. Okuldan kimseye ne bir selam ne bir sabah. Ben anlamadım valla sen ne değişik bir adamsın. Sürekli içine atıyorsun. Yen artık şu çekincelerini, kır zincirlerini ya, biraz ortama karış.

           Sol gözüm yanmaya ve seğirmeye başlamıştı. Masaya doğru eğilip konuşmaya başladım:

- Bana o zincirleri bağlayan sizsiniz. İçimde hastalıklı olarak nitelediğiniz ne kadar alışkanlık varsa bana onu yükleyen sizlersiniz. Yeni biriyle tanışmaktan kaçmayı, birini sevmek yerine ona uzaktan bakmayı, gözle görünmemeyi, nereye girersem gireyim kamufle olmayı yaşarken öğrendim. Siz aynı şekilde davrandığınız için değil, bana bunu layık gördüğünüz, buna mecbur ettiğiniz için. Bana kendimle olmaktan başka çare bırakmadınız. Her geçen gün içim daha çok kararıyor. Evet içim resmen kararıyor. Bu deyim de kulaktandolma edebi cümlelerde çokça geçtiği için sana artık bir anlam bile bir ifade etmiyor olabilir. Yalnızlık bile artık anaakım edebiyatçıların, pop şarkıcılarının, sinemacıların ağzına lokma oldu. Ne kadar çok kullanılır oldu, bu kadar anlam yüklü bir duygu ne kadar basitleştirildi farkında değil misiniz? Suç sende de değil canım kardeşim. Bu her gördüğünü kapma alışkanlığı tüketti en anlamlı varlıklarımızı. Güzel bulduğumuz her şeyi biraz çiğnedikten sonra tükürdük. Sevmek bile nasıl bir mal haline getirildi farkında mısın? Allah... Evet Allah'ı da bulandırdınız kuytu, köhne, batıl yalanlarınızla. İçimdeki en değerli varlığı kirlettiniz. Bir kimse ölçebilir mi ebced hesabıyla Allah aşkını? Küçük bir çocukken en çaresiz anımda yanımda olduğunu hissettiğim babadan utanıyorum şimdi. Bana dayattığınız algının öne sürdüğü şekilde acaba kirlendiğim için mi terk etti beni diye düşünmekten alıkoyamıyorum. Aramıza girdiniz, sesini duyamıyorum. Kendiniz nasıl görüyorsanız benim de o şekilde görmemi istediniz. Allah'ı sizin sevdiğiniz gibi sevmemi, sevgiyi dizilerde gördüğüm şekilde yaşamamı istediniz, ne yapılıyorsa onu yapmamı beklediniz. Öğrettiniz, kendinizi öğrenmeye kapattınız, kötü öğrencileri arka sıralara attınız. Aranıza katılmaktan korkmakta hakkım yok mudur? Bu mu beni dediğin gibi "ne biçim adam" yapan? Her zaman tetikte olmam, her şeyden endişe duymam, kırılmaktan bu kadar korkmam? Şu yediğim tırnaklarıma bak, dudaklarımdaki yara kabuklarına... Kendimi yiyorum desem nükte zannedip güleceksiniz. Ne zaman bir insanın derdine içtenlikle kulak verdiniz? Dertler ortak olunca azalır, sevinç paylaşınca çoğalırdı hani. Kimse, başkasının derdinden bir kırıntı dahi istemiyor. Paylaşımın bile hep karlı tarafına bakıyorsunuz. Hayatın gülmekten ibaret olmayacağını ancak kendiniz üzülünce anlıyorsunuz, o dönemde bir dert ortağı arıyorsunuz, yanınızda olmayanlara sövüyorsunuz ancak sonra yine başkasından mutluluk koparmak peşine düşüyorsunuz.

           Ha bir de şu açgözlülük... Bir insanın sırlarını dökmesini aç gözlerle beklediniz. O kişinin sırlarını öğrendikten sonra hiçbir önemi kalmadı. Kendi arkadaşlarınızı dul bıraktınız. Belki de hiçbir sırrımı dökmememdir sizin içinizi kemiren, beni ise değerli kılan. Ağızdan çıkan sözcükleri delik deşik ettiğiniz kanlı bıçaklarınızı bakir kalanlar için bilediniz. Konuşmaya, içimdekileri anlatmaya çalıştım zaman zaman ama bitmek bilmez açlığınızı doyurmadığı sürece ne önemi vardı ki anlatılanların. Hani artık duymaktan sıkıldığım şu "Niye hiç konuşmuyorsun? Neden hep ayrı duruyorsun?" sorularının cevabını biliyor musun şimdi? Ha bu arada bu soruları sormanın tek sebebinin canının sessizlikten sıkılması olduğunu da söylemek zorundayım. Sen bir yandan önündeki pastayı bitirirken fonda bir insan sesi arıyorsun, bir eğlencelik, bir sesli roman arıyorsun, seni eğlendirecek herhangi bir şey. Çünkü eğer gerçekten nasıl olduğumu merak edecek kadar değer verseydin şu amına kodumun telefonunu bir kenara bırakırdın. Belli ki gerçekten değer verip merak ettiklerin o telefonla iletişime geçtiklerin. Yine de nedense sen onların yerine karşına beni aldın. Ama bildiğim en acı gerçek şu an karşında o iletişime geçtiğin kişilerden biri de olsaydı yine başkalarıyla iletişim kurmaya çalışacaktın. Evde kaldığında sokağı özleyecek sokağa çıktığında orada da durmayacaktın. Hep uzakta kalanı düşlemek, uzaktakinin yanına varınca başka bir uzaktakinin yanına varmaya can atmak nasıl bir doyumsuzluk hastalığıdır? Belki bu birilerinin veya bir şeylerin özlemini çekmekten öte senin etrafında şekillendirdiğin dünya dışında kalan, bir yandan mesajlaştığın bir yandan derdini dinler gibi yapacağın kişileri bir enstrüman olarak farz etmenden kaynaklanıyordur. Sıkıldım diyorum ya, senin gibi benmerkezci, samimiyetsiz, burnundan kıl aldırmayan insanlardan çok sıkıldım. Size uyup kendimi beğendirmeye çalışmaktan sıkıldım. Aynı şeyi sizin yapmanızdan da sıkıldım. Kendinize hediye paketi muamelesi yapmaktan vazgeçin artık. Yaptığım şeyin nasıl bir şey olduğunu düşüneceğim yerde sizin onun hakkında ne düşüneceğinizi düşünmekten. “Acaba bu nazikçe miydi?”, “Acaba alındı mı?”... Bu çaydan, bu sigaradan, ahşap masalardan,... Bu boktan dünyada ne kadar madde varsa sıkıldım. Maddeden kastettiğim şeye sadece cansız varlıklar girmiyor arkadaşım, umarım anlamışsındır.

           Sıkıldım artık. Bana sürekli gelen bir soruyu sorarak intikam fırsatı yakaladığıma seviniyorum: "Peki sen hiç sıkılmıyor musun?" Ben çok sıkıldım. İşin kötüsü yaşamaya çalışmayı sizin yolunuzdan yaptığım için onu da beceremiyorum. Maalesef var olmak için, kendinize göre şekillendirdiğiniz düzende çabalamaktan başka bir çarem yok. Bu dünyada aynı özden yaratıldığım, gördüğümde kucak kucak sarılacağım ne varsa bu düzende ona yer vermemişsiniz. Varolmayan bir kadını özlüyorum. Yeri geldiğinde susmak isterim saklamak için en güzel sözcükleri münasip zamana. İçimdeki karanlık, ancak o karanlıkta ortaya çıkan yıldızlarımı göstermek için. Uğruna öleceğim bir sevdadır, düşlediğim bir başka dünya görmek...

...diyemedim. Öne doğru eğilmişken pozisyonumu değiştirip oturduğum yeri düzeltiyormuş gibi arkaya yaslandım. Sol gözüm, beni ele vermemek için bir damla yaş akıttı ve gözümdeki yanma geçti. Gözümü hızla sildim. Görmedi. Gösterseydim bile görmeyecekti. "Ya yalnızlık kötü tabi. Ama alıştık işte. Yapım gereği herhalde. Ne bileyim." dedim. Dinlediğini zannetmiyorum. İç çekti. "Boşver abi ya. Sıkıntı valla. Hep sıkıntı bu işler." dedi. Tutmayacağımı bildiğim bir yemindi konuşmamak yine de ettim. Arkadaşım garsona seslendi, "Pardon acaba şunu şarza takabilir miyiz?". Garson bir telaffuz daha fazla düzeltebilecek olmanın yüzüne kattığı neşeyle adım adım masaya doğru yaklaşmaya başladı. Yine başlıyordu. Baştan başlıyordu. Neden her şey iyiye doğru değişmemekte bu kadar ısrarcı?

           
Bir çığlığı daha içeride tutmaktan dolayı içim sıkkındı. Sigaramı söndürüp bir sigara daha yaktım. Gözlerimi tekrar pencereye diktiğimde derin bir nefes verdim. Sanki ruhumdan bir parça daha eksilmiş gibiydi.

Ziyaretçi Künyesi

Online

 

LIGHTSFROMDARKSOULS . Copyright 2008 All Rights Reserved Revolution Two Church theme by Brian Gardner Converted into Blogger Template by Bloganol dot com

Blogger Gadgets